KONYA ŞEB-İ ARUS TÖRENLERİ TURU
10 ARALIK 2016 /CUMARTESİ
GRUPLARA ÖZEL İNDİRİM!
140,00 TL
Kişi başı fiyatı
Kişi başı fiyatı
- Araç İçi İkramlar
- Araçta Kahvaltılık İkram
- Gruplara Özel İndirimler
- Lüks Araçlar İle Ulaşım
- Profesyonel Tur Rehberi
- Restaurantta Öğle Yemeği
- Tören Bileti Dahil
Sabah saat 07:00’da Sıhhiye Sezenler Sokak Atatürk Lisesi önünde buluşma ve Konya’ya hareket. Yol güzergahımızda gerekli molalarımızı verdikten sonra Mevlana’nın büyük aşkına, yaradana kavuştuğu için düğün gecesi olarak nitelendirdiği Mevlevi felsefesini yaşadığı yerde tanımak için Konya gezisine başlıyoruz.
Mevlana Hazretleri ve babası Sultan-ül Ulema
Bahaddin Veled'in bulunduğu Hz.Mevlana Müzesi, Mevlevi Giysileri, Müzik
Aletleri, Sofra Düzeni, Mevlevi Dergahı gezilerini tamamlayıp öğle
yemeğimizi alıyoruz. Öğle yemeği sonrasında Hz. Mevlana’nın 743. Vuslat Yıl Dönümü Anma Törenleri ve Sema Gösterilerini
izliyoruz. (Açılış Konuşması - Türk Tasavvuf Müziği - Sema Ayini).
Tören sonrasında 1.Alaeddin Keykubat'ın tamamladığı Alaeddin tepesi
üzerindeki Alaaddin Camii’nin görülmesi ardından Anadolu Selçuklu devri
çini işçiliğinde önemli yeri bulunan, Mevlana Celaleddin Rumi ile Hocası
Şems-i Tebrizi’nin ders verdikleri Karatay Medresesi (Çini Eserler)
Müzesini ziyaret ediyoruz.Alış-veriş için vereceğimiz serbest zaman
ardından belirlenen saatte toplanma ve dönüş yolculuğumuz için Ankara’ya
hareket ediyoruz.
Gerekli molalarımız ve neşeli yolculuğumuz sonrasında Ankara'ya varış.
Mevlânâ’nın
ölüm gününün hatırası olarak yapılan merasim hakkında kullanılan bir
tabir. İkindi vaktinden sonra Kur’an okumak ve Aynü’l-Cem’ yapılmak
sûretiyle icra edilen bu merasimin gecesine aynı zamanda
“Leyletü’l-Arûs” da denilir. Şeb, Farsça; Leyle, Arapça “gece” demek
olduğu için tabirlerin ikisi de aynı manâya delâlet etmektedir.
Mevlânâ
Celaleddin ölüm gününü “Hakk’a vuslat”, “Düğün günü” saymıştır.
Bilindiği
gibi, Mevlâna (hicrî 672) miladî 17 Aralık 1273’de Pazar günü akşam
üstü güneş gözden kaybolup, Konya ufuklarını kızıla boyarken bu âlemden
can ve bekâ âlemine göç etmiştir. Mevlânâ ölümünü gerdek gecesi “Şeb-i
Arûs” “Sevgiliye kavuşma” günü olarak kabullenmişti. Şeb-i Arûs,
fedakârlıkla başlar, ölüm boyunca devam eder, öbür âleme kavuşmakla
tamamlanır.
Mevlânâ, “Ölümümüzden
sonra mezarımızı yerde arama, arif kişilerin gönlündedir. Bizim
mezarımız. Burada ölüm (olarak) tezahür ediyorsa da orada doğumdur” der.
Yine Rabbine, “Ölmek şeker gibi tatlı bir şey, canı sen aldıktan sonra
seninle olunca da tatlı candan da tatlıdır, ölüm” şeklinde seslenir.
Böylelikle ölüme bir başka açı kazandırır.
Gerçekte
iki türlü ölüm vardır. Birincisi, nefsi (egoyu) feda ederek oluşan
“manevî ölüm”. Yani Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Ölmeden evvel ölünüz”
emrince “Hak’ta yok olmak” anlamındadır. Bu ölüme, “ilk vuslat” adını da
verebiliriz. İkinci ölüm ise, “fizikî ölüm”dür. Bugüne kadar, Şeb-i
Arûs olarak kabul ettiğimiz, canın beden kafesinden kurtularak aslına
döndüğü, katrenin denize, can ummanına erdiği an. Ki bu an “vuslat
gecesi” olarak isimlendiriliyor.
Mevlânâ’da Vuslat Anlayışı
Mevlânâ,
“Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” der. Kendinin ölüm ve
vuslat anlayışını, Kur’an-ı Kerim’in bir âyetinin ışığı altında tetkik
edip anlamak mümkündür:
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra ancak bize döndürüleceksiniz” (el-Ankebût, 29/57).
Âyette
geçen “dönmek” kelimesi, Allah’a kavuşulacağını, “vuslatı” açık bir
ifadeyle “müjdelemekte”dir. Bu müjdeyi benimseyen, ona sımsıkı sarılan
Mevlânâ, ölümü bir ayrılık değil, bir vuslat olarak kabul eder.
Mevlânâ’nın
ölüm anlayışına gelince; “Bir devir sistemi içinde hayatın anlamı,
ruhun ölümsüzlüğü ve Allah’a, vuslatın yolu ölümden geçmektedir”
tarifiyle zemin kazanır ve Mevlânâ’da ölüm, “Mutlak ve ölümsüz Varlık’a
veya diğer ifadeyle “asla” bir rücû hareketi ile” zirveye ulaşır.
Mevlânâ, ölümü kişinin aslına dönüşü veya menşein ilâhi bir cevher olması hasebiyle “Allah’a dönüş” olarak telâkki eder.,
Bir başka ifadeyle ölüm, “Cismin ortadan kalkması değil, Allah’a doğru uçmasıdır.”
Mevlânâ bu hususu şöyle ifade eder:
“Bizi
Elest harabatından getirdiler. Coşmuş, dağılmış ve kendinden geçmiş
olarak getirdiler. Yine harabat tarafına çekecekler. (Bizi) yoktan var
ettikleri için” (Mevlânâ, Rubaiyyat, 672/1 14).
“Hele
ölümden bir kurtulsun, kurtuluşa ulaşın; çünkü sevgiliyi görmek âb-ı
hayattır.”
“Çünkü
tiksinmek, kötü gelmek ortadan kalkarsa o ölüm, ölüm değildir ki.
Görünüşte ölümdür, gerçekteyse göçüş”
Önce Müze Bölümlerini Tanıyalım
DERVİŞÂN KAPISI
Dergâhın batısında yer alır. Basık kemeri ve kapının iki yanında yer alan söveleri mermerdendir. Kapı ahşaptan olup çift kanatlıdır. Kapı kanatlarının üzerlerinde, iki adet bronzdan yapılmış kapı tokmağı yer almaktadır.
Kapıya ana giriş kapısı olması yanında, dervişlerinde girip çıktıkları kapı olduğu için DERVİŞÂN KAPISI denilmiştir.
Kapının üzerinde kurşunla kaplanılmış bir saçak yer almaktadır. Saçakla kapının mermerden yapılmış basık kemerinin arasında, 1926 yılma kadar Derviş Hücreleri'nin H.992-M.1584 tarihli yapılış kitabesi yer almakta imiş. Müze envanterinin 980 numarasında kayıtlı olan bu kitabe, halen Hâmûşân kapısının önündeki "Kitabeler Bölümünde"sergilenmektedir.
Kapıdan sonra iki kubbeli geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye girilmektedir.
ÇELEBİYÂN KAPISI
5 Ocak 1231 tarihinde vefat eden Sültânü'l-Ûlema Bahaeddin Veledin ölümünden, hele 17 Aralık 1273 tarihinde vefat eden Mevlâna'nın, "Sultanların Gül Bahçesi diye bilinen yere defninden sonra bu yer, yavaş yavaş mevlevîlerin ve Mevlânâ'nın soyundan gelenlerin defnedildiği bir mezarlık haline dönüşmeye, bir yandan da yeni yeni yapılan binalar ve ilavelerle, Dergâh büyümeye başlamıştır.
Bu gelişme, çevreyi de cazip hale getirmiştir. Özellikle XV7. y.y.'dan itibaren, Mevlânâ'nın soyundan gelenlerin ev ve konakları bu çevrede yer almaya başlamıştır. Dergâhın güneybatısına yapılan Türbe Hamamı, Derviş Hücrelerine bitişik yapılan Sultan Veled Medresesi, Dergâhın çevresine adeta bir küçük şehir görünümü kazandırmış ve türbe önü diye şöhret bulmuştur. Buna bağlı olarak, Dergâhın kuzeyinde sokaklar ve mahalleler oluşmuştur. Bu mahallelere de Çelebi Sokağı, Çelebi Mahallesi gibi isimler verilmiştir.
Bilindiği gibi Mevlânâ'nın erkek tarafından gelme Erkek evlatlarına "ÇELEBİ", hanım tarafından gelme evlatlarına da "ÜNAS ÇELEBİ" denilmektedir. Çelebi Mahallesinden Dergâha gelmek isteyenler, evlerinden tarafta olduğu için doğal olarak Dergâhın kuzey-batı yönünde yer alan bu kapısını tercih etmişlerdir. İşte bu nedenle bu kapıya, ÇELEBİYÂN KAPISI ismi verilmiştir.
Kapı Kültür Bakanlığının gönderdiği ödenek ile, 1997 yılında restore edilmiştir.
PİR VEYA KÜSTÂHÂN KAPISI
Dergâhın kuzey-doğu köşesinde yer alır. Basık kemeri ve kapı söveleri mermerdendir. Kapının eski halini ve kapısının şeklinin nasıl olduğunu bilmiyorduk. Bu kapıyı da 1991 yılında müze ihata duvarlarında yapılan restorasyon ve onarım çalışmaları sırasında, sıva altından çıkarttık.
Dergâhın eski planlarında, burada bulunan kapının isminin "PİR KAPISI" olduğu yazılıdır. Mevlânâ'nın 21. kuşaktan evlâdı rahmetli Celâlettin Çelebi, bu kapının adının "Küstâhân Kapısı" olduğunu söyledi. Nedenini de şöylece izah etti: "Hatalar zincirine devam eden ve bu nedenle Dergâhtan uzaklaştırma cezası atan dervişler, akşam ezanından sonra bu kapıdan çıkartılırdı. Bu nedenle bu kapıya, "KÜSTÂHÂN KAPISI" adı verilmiştir" dediler.
HÂMÛŞÂN KAPISI
Mevleviler, mezarlıklara aslı Farsça bir kelime olan Hâmûş'dan gelen susanlar yurdu ve susmuşlar anlamına gelen Hâmûşâne veya Hâmûşan derlerdi. Geçmişte bu kapı, kapının hemen önünden başlayan üçler mezarlığına açıldığı için, "Hâmûşân Kapısı" denilmiş olmalıdır. Kapının üzerinde II.Abdüihamid'in mermer üzerine işlenmiş tuğrası yer almaktadır.
Geçmişte Üçler Mezarlığı adı ile tanınan mezarlık, dergâhın güney İhata duvarının bitişiğine kadar gelmekte imiş. Tarihini bilmediğimiz bir zamanda, bu mezarlığın içinden doğu batı yönünde, dergâhın ihata duvarına paralel dar ince bir yol açılmış. Böylece yol Üçler Mezarlığını ikiye bölmüş. Dergâhın Hâmûşân Kapısının hemen önünden başlayan, batıya doğru uzayıp, Selimiye Camii'nin yanında biten mezarlığın 122 m'lik bu küçük parçasına, eski haritalardan anlaşıldığına göre "Metruk Mezarlık"(Harap Mezarlık) denilmiş. Bir müddet sonra mezarlığın bu küçük parçası da kaldırılmış. Mezarlığın bu küçük parçasında yer alan Konyalı meşhur Şair Şem'î nin mezarına ait baş, ayak ve yan taşları, müzeye götürülerek muhafaza altına alınmış.
Türbe >Bölümleri
Dâhili Uşşak
Kısaca Huzûr-ı Pîr de denilen Dâhil-i Uşşak, 7x26 m ebatlarında, batıdan doğuya doğru uzanan dikdörtgen şeklinde bir salondur.
Salonun
batısında Tilâvet Odası, kuzeyinde sırası ile Mescid girişinde yer alan
Çerağ Kapısı, ikili ve dörtlü Horasan Erleri ile Semahane girişi yer
alır. Salonun doğusu ve güneyi, Kıbâbü'l Aktâb (Kutupların
Kubbeleri) denilen, Mevlânâ'nın, soyundan gelenlerin ve Mevlevi
büyüklerinin mezarlarının bulunduğu bölümle çevrelenir.
Salonun
güneyinde ve kuzeyinde, üçer adet sütun bulunmaktadır. Sütunlardan
kuzeyde olanlar Semahane ve Mescid ile, güneyde olanları ise
Kıbâbü'l-Aktâb ile ortak sütunlardır. Kuzeyde bulunan üç sütundan ikisi
aynı zamanda Post Kubbesi'nin sütunları olduğu için, Beylikler Devrinde
yapılmıştır, güneyde yer alan üç sütundan ikisi ise aynı zamanda Kubbe-i
Hadrâ'nın sütunları olduğu için, 1274 yılında yapılmıştır diye
tarihleyebiliyoruz.
Dâhil-i Uşşak
ile Semahane ve Mescid arasında üç adet ortak sütuna, Semahane ve
Mescid XV7. yüzyılda yapılırken, birazda statik kaygılarla kesme taştan
takviyeler yapılmıştır Semahane ve Mescid ile Dâhil-i Uşşak arasında
bulunan kemerlerin, ortak değil ayrı ayrı oluşuna dayanarak, "Dâhil-i
Uşşak bölümündeki iki küçük kubbe ile, Kibâbü'l Aktâb bölümünde bulunan
dört küçük kubbenin XVI. yy'dan önce yapılmış olduklarını, ancak
Semahane ve Mescidin XVI. yy'da yeniden yapımı sırasında büyük ölçüde
elden geçirildiğini ve tadilata uğratıldığını"söyleyebiliriz.
Dâhil-i
Uşşâk'da bulunan 6 sütun üzerinde üç adet küçük kubbe yer alır.
Kubbelerden sütunlara iniş, sivri kemerlerle olmaktadır Sivri kemerler
birbirlerine kalın ahşap gergiler ile bağlanmıştır Burada bulunan üç
küçük kubbeden ikisinin üzerinde bulunan 8 adet dairevi madalyonun
içine, Celî Hatla, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin, ikinci kubbeye ise Allah, Muhammed, Ebubekr ve Ömer yazılmıştır.
Üçüncü
küçük kubbe Beylikler Döneminde yaptımıştır. Ortasında ayrıca Aydınlık
Feneri de bulunan kubbe, mukarnaslı ve tonozludur. Bu kubbeye "Post Kubbesi" de denilmektedir. 1982-87
yılları arasında yapılan onarım ve restorasyon araştırmaları sırasında,
kubbe sıva ve badanalarının ve XX. yy'ın başlarında yapıldığını tahmin
ettiğimiz rokoko süs ve motiflerin altından lale ve çeşitli stilize
bitki motifleri çıkmıştır Çıkan bu motifler XVI. yy'a tarihlenmiştir
Post
Kubbesi, Kubbe-i Hadrâ'nın kuzey bitişiğinde yer aldığı ve aynı zamanda
altında Gümüş Eşik ve Gümüş Kafesde bulunduğu için, buraya "Kademât-ı Pır" (Pîr'in makamları) ve "Huzûr-ı Pir" (Pîr'in huzuru) de denilmiştir.
Post
kubbesinde bazılarına göre Paşabahçe cam fabrikasının ilk
mamulatlarından olan, bazılarına göre ise Bohemya Kristali olan büyük
bir avize asılıdır Avizenin içindeki 3 cm çapında ve 6 cm uzunluğundaki
gümüş boru üzerinde yazılı olan, "Cenâb-ı Hazret-i Mevlâ'nın bendesi
Sahib'in hediye-i nâçizânesidir. Sene 1327. Receb-i Şerif Yevm
Pazarirtesi" kaydından, avizenin 1327 H -1911 M yılında. Sahip tarafından hediye edildiğini anlaşılmaktadır.
Dâhil-i
Uşşak bölümünün güneyinde, birisi Kubbe-i Hadrâ'nın kuzey-batı
köşesinde bulunan fil ayağının (sütun) üzerinde, diğeri ise Dâhil-i
Uşşak ile Kıbâbü'l Aktâb bölümleri arasındaki Çelebi Hüsameddîn'in
sandukasının hemen önünde yer alan sütunun üzerinde olmak üzere, iki
adet mihrap vardır.
I. Mihrap Kubbe-i Hadrâ'nın kuzey-batı köşesindeki sütunun içerisine oyularak yapılmıştır.
Mihrap
nişi beş köşelidir Alınlığı yine beş sıra mukarnas dizisiyle
kademelendirilmiştir. Mihrap nişinin iki yanında yer alan sütunçelerin
üzeri, zikzak motifleriyle bezenmiştir. Mihrap alınlığının iki yanma
birer buket çiçek resmedilmiştir. Mihrabın diğer bölümleri, stilize,
nebatî ve geometrik motiflerle süslenilmiştir. Mihrabın hemen üzerinde
ise, kırmızı zeminli çerçeve içinde alçı kabartma olarak yapılmış, sonra
altın yaldızla boyanılmış, "Kelime-i Tevhid" yazısına yer verilmiştir.
II. Mihrap , Çelebi Hüsameddin'in önündeki sütunun üzerine, gri ve ak mermer kullanılarak yapılmıştır.
Mihrabın almlığındaki orta boşluğa ak mermer yerleştirilmiş, iki yanma ise birer adet dilimli sütünce yapılmıştır Mihrabın alınlığında Kur'ân-ı Kerîm'in (Buraya giren güven bulur) Âyeti kerimesine yer verilmiştir.
Mihrabın almlığındaki orta boşluğa ak mermer yerleştirilmiş, iki yanma ise birer adet dilimli sütünce yapılmıştır Mihrabın alınlığında Kur'ân-ı Kerîm'in (Buraya giren güven bulur) Âyeti kerimesine yer verilmiştir.
Dâhil-i
Uşşak Bölümünün batı duvarı üzerinde bulunan yarım daire şekilli "Alçı
Pencere" de, 1982-87 yılları arasında yapılan onarım ve restorasyon
çalışmaları sırasında ortaya çıkartıldı. Onarım sırasında duvar
üzerindeki sıva altından tuğla ile örülmüş bir pencere yeri ortaya
çıktı. Tuğla örgüler kaldırılınca, bir pencere boşluğu, pencere
boşluğunun içinden de, eskiden "Burada bulunan eski pencerelere ait iki
ayrı kalınlıkta alçı pencere parçalarına" rastlanıldı. Bu parçalardan
yola çıkarak rahmetli mimar ve sanat tarihçisi Prof. Dr Yılmaz Önge
tarafından alçı pencerenin projesi çizildi. Ustamız Mustafa Baytal
tarafından da, alçı pencere yapılarak yerine monte edildi. Böylece
pencere orjinal görünümüne kavuştu.
Dahili Uşşak
Horosan Erleri
Kademât-ı
Pir (Pîr'in mertebeleri), Huzûr-ı Pir (Pir'in huzuru) veya Dâhil-i
Uşşak (Aşıkların içi) diye bilinen koridorun, Semahane girişi ile,
Mescid girişinde yer alan "Çerağ Kapısı" arasındaki kalan bölümü, yerden
60 cm yükseltilerek seki haline getirilmiş ve iki ayrı bölüm halinde
Horasan Erleri'ne ayrılmıştır.
Birinci
bölüm 150x475cm, ikinci bölüm ise 150x450cm ebatlarındadır. Birinci
bölümde iki, ikinci bölümde ise dört adet üzerleri işlemeli örtüler ile
örtülmüş sandukalı mezar vardır. Bu sandukalı mezarlara defn edilenlerin
kimlikleri belli değildir. Ancak Mevlânâ ve babası ile birlikte
Horasan'ın Belh şehrinden göçüp gelen erenlerden oldukları söylenilir.
Bu nedenle de kendilerine, "HORASAN ERENLERİ" ismi verilmiş, zamanla bu isim söyleniliş kolaylığı nedeniyle, "HORASAN ERLERİ"ne dönüşmüştür.
Bu nedenle de kendilerine, "HORASAN ERENLERİ" ismi verilmiş, zamanla bu isim söyleniliş kolaylığı nedeniyle, "HORASAN ERLERİ"ne dönüşmüştür.
Horasan
Erleri'nin yer aldığı iki bölümde, kuzey yönünde yer alan Mescid
Bölümü'nden önce, altta üzeri oyma motifli 160 cm yüksekliğinde ve 18 cm
kalınlığında kesme taş duvarla ayrılmıştır. Sonra duvarların üzerine
105 cm yüksekliğinde çeşitli ebatlardaki içleri çıta işçilikli kafes
görünümü verilmiş, çerçeveler konulmuştur
Birinci
bölümde ikili Horasan Erleri'nin ayak ucunda, ilhanlı Hükümdarı'nın
yaptırdığı "Nisan Tası" teşhir edilirken, duvarlarda da değerli
hattatların levhaları yer almaktadır. Horasan Erleri'nin yukarısında
bulunan zincirlerde ise, hepsi birer şaheser olan cam, telkari ve dökme
işçilikli kandiller sergilenmektedir.
NİŞAN TASI
Müze
Envanteri'nin 384 no'suna kayıtlı olan "Nisan Tası" üzerindeki
kitabesine göre İlhanlı Hükümdarı Ebû Sa'id Bahâdır Han tarafından
Musul'da yaptırılmış ve Emir Sungur Ağa'nın aracılığı ile, 734 H -1333
M. yılında Mevlânâ Dergâhına hediye edilmiştir.
Nisan
Tası 33.375 kg. ağırlığında ve 135 cm yüksekliğindedir. Bakırdan
yapılmıştır. Kapak, gövde, bilezik ve kaide olmak üzere dört parçadan
ibarettir Kapağın üzerinde, kuyruğu kırılmış olan bir horoz heykeli yer
alır.
Kapak ve gövdede, Ebû Sa'îd
Bahâdır Han için kûfî hât ile yazılmış övgü dolu şiirler vardır Ayrıca
bedende yer alan 6 adet pano üzerinde, altın ve gümüş kakma sanatı ile
yapılmış geometrik ve nebatî motiflere, başta ördek, kuş, kurt, keçi,
tavşan, at, tazı gibi av hayvanları ve av sahneleri yanında, bazı tarihi
olaylara, hükümdar, elçi ve cariyelerden oluşan toplantı ve eğlence
motiflerine yer verilmiştir
Mevlânâ
Müzesi'nin 1941-1954 yılları arasında müdürlüğünü yapmış olan M.Zeki
Oral, 1954 yılında yazdığı ve T.T. Kurumunca bastırılan "NİSAN TASI" adlı kitapçığında, "NisanTası'nın kullanımı ve yeri" konusunda şöyle diyor:
NİSAN TASININ ADI
İhtiyar
Mevlevilerin anlatışlarına göre Nisan Tası, Dergâh içinde ve Horasan
Erleri kabirlerinin ayak ucunda, yani bugün methalden mescide geçilen
kapının yanındaki, yüksekçe yerin nihayetinde bulunurdu.
Nisan
yağmuru milli gelenek halinde uğurlu sayıldığı gibi, mevleviler de pek
mübarek tutarlardı. Dergâhta bu yağmurdan, büyük kazanlara bol miktarda
toplanır, üzerine dualar okunur. Çelebi evlerine ve büyük memurlara
dağıtılırdı. Halktan isteyenlere de verirlerdi. Nisan Tasına toplanan
suya, Hazreti Mevlânâ'nın sarığının ucu, taylasanı batırıldığı için
destar suyu da denilirdi. Suyun iç sıkıntılarını gidermek için, şifa
niyetine verildiği gibi, tarlalara bereket için saçıldığı da olurdu.
İşte bu güzel eserin içine Nisan yağmuru konduğu için, adına Nisan Tası
denilmiştir.
Huzur-i Pir:
Gümüş kapıdan bizim kısaca "Huzur" dediğimiz, 28.10X13.70 m ebatlarındaki dikdörtgen şeklindeki yaklaşık 350 m2'lik bir mekâna girilir.
Bu
mekânda başta külliyenin ilk yapısı olan Kubbe-i Hadrâ, Mevlânâ'nın,
aile efradının ve mevlevî büyüklerininde mezarlarının bulunduğu
Kıbâbü'l-Aktâb ue Post Kubbesi'nin de içinde bulunduğu Dâhil-i Uşşak
bölümü ile, ikili ve dörtlü Horasan Erleri'nin mezarları yer almaktadır
Tabi bu büyük mekân, mimarî özellikleri bir yana, levhalarla, örtülerle,
kandillerle, hatlarla süslenmiş durumdadır.
Huzûr-ı Pir Bölümü 6 parçadan oluşur:
1. Dahil-i Uşşak
2. 2'li Horasan Erleri
3. 4'lü Horasan Erleri
4. Kibâbü'l Aktâb'ın batı bölümü (1)
5. Kibâbü'l Aktâb'ın doğu bölümü (2)
6. Kubbe-i Hadrâ
Kubbe-i Hadrâ
Mevlânâ'nın
Türbesi külliyenin ilk ve en önemli yapısıdır. Mevlânâ 17. Aralık. 1273
tarihinde vefat edince, babası Sultanü'l-Ulemâ Bahaeddin Veledin baş
ucuna defnedildi
.
.
Mevlânâ'yı
sevenlerden Alâmeddin Kayser, Mevlânâ'nın oğlu Sultan Velede müracaat
ederek "Mevlânâ'nın üzerine bir türbe yaptırmak istediğini" söyledi.
Sultan Veled, babası Mevlânanın kabri üzerine türbe yapımına karşı
çıkmadı. Bu fikir Gıyaseddin Keyhüsrev'in kızı ve Müineddin Pervane'nin
kızı Gürcü Hatun tarafından da desteklendi. Kendisi de 80 bin dirhem
verdi. Ayrıca Kayserin malından da 50 bin dirhem tahsis etti. Türbenin
yapımına Tebrizli Mimar Bedreddin'in denetimde başlanıldı ve 160 bin
dirhem harcanılarak türbe tamamlandı.,
Türbenin
yapımı yaklaşık bir yıl sürdü. Türbe 1274 yılında, dört adet fil ayağı
denilen kalın sütun üzerine, yalnızca güney yönü kapalı olmak üzere
tamamlandı, içi alçı kabartmalarla süslenen türbenin, dışardaki 16
dilimli külahı, "Turkuaz renkli çinilerle" kaplandığı için, türbe
"Kubbe-i Hadrâ" (Yeşil Türbe) ismini aldı.
Bugünkü
16 dilimli gövde ve külahının Karamanoğlu Alaeddin Bey tarafından
yapıldığını, Şikârînin Karamanoğlu Tarihinden öğreniyoruz. Dış görünüşü
ile silindir şeklinde inşa edilen türbenin gövdesi, dikey ve bombeli
olarak 16 dilime bölünmüş, üzerine koni şeklinde yine 16 dilimli bir
sivri külah oturtulmuştur. Yeşil Türbe'nin çinileri 1963 yılında
Kütahya'da yaptırılmıştır. Gövde ile sivri külah arasına, gövdeyi çepe
çevre çevreleyen bir şerit halinde, sülüs hatla Âyete'l-Kursî
yazılmıştır.
Türbenin sivri
külahı üzerine ise, içinde sikke motifi de bulunan bir alem, 8 mikron
altınla kaplanarak konulmuştur. Türbenin yapım kitabesi yoktur.
Türbe
Selçuklu tipindedir Mevlânâ ve oğlu Sultan Veledin cesetlerinin
defnedildiği mahzenin-(kriptanın) giriş merdivenleri, türbenin
kuzeyindedir Merdivenlerin sonunda mahzende yer alan kriptanın kapısı,
önüne yapılan bir duvarla kapatılmıştır Bu nedenle kriptanın ve giriş
kapısının mimarî özellikleri hakkında bilgi veremiyoruz.
Dört
adet fil ayağı denilen kaim sütun üzerinde yükselen türbenin, yalnızca
güney yönünde bir duvar vardır. Türbenin duvarı, sütunları, kemerleri ve
yıldız tonozlu üst örtüsü, mala-kârî tarzında alçı üzerine kırmızı,
yeşil, mavi ve altın yaldızlı kalem işi süslemelere sahiptir. Burada
bulunan süslemelerde, simetriye yer verilmiş, geometrik, bitkisel ve
hattı motifler bir arada kullanılmıştır. Motifleri Selçuklular,
Beylikler, Osmanlılar, hatta Cumhuriyet devrinde zaman zaman elden
geçirilmiştir.
Türbede bulunan
son süslemelerin kitabesi, Türbenin güney duvarı üzerindedir Celî Sülüs
Hatla kabartma olarak yazılan kitabenin türkçesi şöyledir;
"Yeşil
Kubbe, Mehmet Han'ın oğlu, kendisinden yardım talep edilen, Allah
tarafından saltanatı teyit edilen Sultan Bayezid'in hükümdarlığı
zamanında, zayıf kulu, Halepli Mehmet oğlu Mevlevi Abdurrahman eliyle
nakşedilmiştir."
Kitabeden de anlaşıldığı gibi nakışlar, II. Bayezid devrinde Halepli sanatkâr Abdurrahman tarafından yapılmıştır.
Türbenin
güney duvarı üzerinde yer alan alçı pencerenin üzerinde ve iki yanında
servi, hurma ve nar ağaçları ile yapılan "Cennet Teması", devrinin tüm
özelliklerini göstermektedir.
Mevlânâ
Müzesi'nin nakkaş, oymacı, müzehhip ve hattat olan ilk müze müdürü M.
Yusuf Akyurt, (1926-1941) 1933 tarihli bir raporunda;
"1933
senesinde müzenin bazı aksamı evkafça tamir olduğu sırada, Yeşil
Kubbe'nin şimalî- garbi tarafında köşede 3.5 metro tol ve 2.75 metro
enindeki nakışları ve sıvaları kamilen dökülmüş ve bu sahadaki sülüs
celisiyle kufî yazılar dahi eskimiş idi. Bu eski nakışları ve yazıları
Konya'da tersim edecek bir nakkaşın mevcut olmaması nedeniyle,
tarafımdan tersim ve ihzar edilmiş, diğer üç köşenin nakış ve
yazılarından tefrik olunamayacak bir hale getirilmiştir" diyor.
Yine
1982-1987 yılları arasında müze Derneğince yaptırılan onarım ve
restorasyon çalışmaları sırasında "Türbenin kuzey-doğusundaki sütunun
alt tarafında tamamen dökülmüş bir bölümün, güneydoğusundaki sütununun
ortalarındaki dökülmüş nakışların ve sıvaların yenilenmesi ile, Mevlânâ
ve oğlu Sultan Veledin hemen arkasında yer alan ve iki sütun arasını
tamamen kaplayan ahşabın üzerindeki yağlı boyaların temizlenmesi ve
altlarından yeni motiflerin çıkartılma işlemleri, Manisalı usta Mustafa
Baytal tarafından yapılmıştır."
Mevlânâ
buraya defnedilince üzerine konulmak üzere 1274 yılında bir ahşap
sanduka yapılır. Ancak bu Selçuklu şaheseri ahşap sandukanın,
Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veledin 11 Kasım 1312 yılında ölüp Mevlânâ'nın
yanma defninden sonra, kaldırılma gereği ortaya çıkar Zira yapılan ahşap
sanduka tek bombeli, yani tek kişiliktir, ancak iki mezarın birden
üzerinde durmaktadır işte bu nedenle ahşap oyma Selçuklu sandukası,
Mevlânâ ve Sultan Veledin mezarlarının üzerinden kaldırılır. Yerine
Kanunî Sultan Süleyman tarafından yüksekliği 90 cm, eni ve boyu 310x380
cm olan gök mavisi mermerden yeni bir sanduka, 1565 yılında yaptırılır.
Sonrada örtünün altında iki mezarın bulunduğunun işareti olarak, iki
küçük ahşap sanduka yapılır ve mermer sandukanın üzerine konulur.
Mermer
Sanduka'da kitabe yoktur. Kitabe özellikle konulmamış olmalıdır. Üzeri
iki bombeli mermer sandukaya eğer kitabe konulacak olsa idi, üç adet
kitabe birden konulması gerekecek idi. Bu kitabelerden birisine
Mevlânâ'nın ölüm tarihi, birisine Sultan Veledin ölüm tarihi, üçüncüsüne
de mermer sandukanın yapım tarihi yazılmalıydı. Bir sanduka üzerinde üç
kitabenin fazla olacağı düşüncesiyle olsa gerek, yeni yapılan mermer
sandukaya hiç kitabe konulmamış. Mevlânâ'nın ve oğlu Sultan Veledin ölüm
tarihlerini gönüne kadar bildiğimize göre, sandukaya kitabe
konulmayışı, yalnızca mermer sandukanın yapılış tarihini bilmemizi
önlemiştir Bu husus aradan geçen yıllardan sonra sandukanın yapılış
tarihinin unutulmasına sebep olmuştur.
Mermer
sandukanın üzerindeki Pûşîde, deri üzerine koyu kırmızı renkli atlas
kumaşla kaplanılarak yapılmıştır Atlas üzerine yapılan işlemeler, maraş
ve sarma işi tekniklerinde altın sırma sim ile kabartma olarak
işlenilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırılan Pûşide
Pûşîde
II. Abdülhamid tarafından 1312 H - 1896 M yılında Mevlânâ ve oğlu
Sultan Veled'in sandukaları için yaptırılmıştır. Pûşîde'yi yaptıran II.
Abdülhamid, Pûşîde'nin ayak tarafına Sultan III. Selim'in tuğrasını
işlettirmiştir. Pûşîdelerin hatları Hasan Sırrı'ya aittir. Örtünün
üzerinde Ayete'l- Kursî, Esma-ı Nebî, Lafza-i Celâl ve Fatiha sureleri yazılıdır.
Pûşîdenin üzerinde aynı zamanda bitkisel gül ve lale motiflerine yer verilmiştir.
16 Kollu Şamdan:
Müzenin
398 envanter nosunda kayıtlıdır. Eser XVI. yy'da Kıbrıs fatihi Lala
Mustafa Paşa (Ö.1580) tarafından Konya Mevlevi Dergâhına hediye
edilmiştir.
Şamdan gümüş kaplamalı geniş kaidesi üzerinde, 4 parçadan oluşur Yüksekliği 126 cm, ağırlığı 73 kgr, kaidesinin çapı 72 cm'dir
Şamdanın
armudî boyun kısmının alt ve üst kısmında şamdanın kollarının
takıldığı, dökümden yapılmış bronz yivli bir bilezik yer almaktadır Bu
yivli bileziğe altta 8 adet büyük kol ile, üstte 8 adet küçük kol
takılmaktadır Büyük kollar 66 cm, küçük kollar ise 50 cm uzunluğundadır
Şamdanın 16 kolunun her birisinin gövdesi ejder figürü şeklinde
tasarlanmıştır Ejderin vücudundan çıkan kollar, lale, karanfil gibi
bitkisel motifler ve bunlar arasında bulunan kuş figürleri ile
süslenmiştir Kollar, ejderin kuyruğu arasında yer alan haşhaş kozalağı
ile son bulmaktadır.
16 kollu
şamdanın, kişinin ruhunu tanrıya yükselttiği, kuşların insan ruhunu,
haşhaş kozalaklarının ebedi uykuyu ve cenneti temsil ettiği, ejderin ise
ölümsüzlüğü sembolize ettiği söylenilmektedir.
GÜMÜŞ ŞEBEKE
Gümüş
Şebeke litaratürde "Gümüş Kapı", "Gümüş Eşik", "Sim-pâye", "Gümüş eşik
ve Şebeke" ve "Gümüş Şebeke" olarak geçmektedir. Biz bu isimlerden
"Gümüş Şebeke"yi seçtik. Zira müzede iki tane gümüş kapı vardır. Ayrıca
burada bulunan gümüş şebekeyi, hemen gümüş şebekenin altında bulunan
"Gümüş Eşik" ile birlikte düşünmekte yanlış olur. Zira ikisinin
malzemeleri aynıdır, ama işlevleri ayrı ayrıdır.
Gümüş
şebeke üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, iki gümüş baba arasında
yer alan bir panodan ibarettir. Pano 50x78 cm ebatlarındadır. ikinci
bölüm iki gümüş baba arasında üç panodan oluşur Panolar 46x78 cm
ebatlarındadır. Üçüncü bölüm ise aynı zamanda kapı görevini
üstlenmiştir. Biri mermer, birisi gümüş iki babanın arasında yer alır
46x78cm ebatlarında iki pano ve bu iki panonun üzerinde yer alan,
yüksekliği 40 cm, taban uzunluğu 89 cm olan bir adet üçgen panodan
oluşmaktadır. Dikdörtgen şeklinde olan 6 panonun çerçeveleri de, 5 cm
eninde ve gümüştendir. Panoların içleri, 1 cm çapındaki yuvarlak gümüş
çubukların dikine ikiye ayrılması ile elde edilen parçalarla, kafes
görünümü verilmiştir.
Gümüş
babaların şekli ve üzerlerindeki palmet motifleri, burada daha önceden
varolduğunu zannettiğimiz mermer şebekenin babasına benzetilmiştir
Panoların iç ve dış yüzeyleri yaprak ve çiçek motifleri ile bezenmiş,
ara arada şemse motiflerine yer verilmiştir.
Panonun
üst kısmında eni 89 cm, yüksekliği 39,5 cm olan bir üçgen alınlık yer
almaktadır Bu üçgen alınlığın altı iki panodan oluşmakta ve üçgen
alınlıkla birlikte aynı zamanda kapı görevi yapmaktadır
.
.
Üçgen
alınlık önce 11 adet dikey sütuna bölünmüş, daha sonra oluşan bu dikey
sütunlar sıra ile 2, 5, 7, 7, 5, 2 şeklinde enine çizgilerle bölünmüştür
Kalın dikey ve ince yatay çizgilerle elde edilen 7x2,5 cmlik bölümlerin
her birine, "Kıt'a-i Kebîre"nin bir beyti, Rik'a hattıyla yazılmıştır
Yalnızca 6 ve 7. sütunların üzerinde kalan üçgen şeklindeki 17x3,5
cm'lik panoya, "Kelime-i Şahadet", üçgen panonun en üst kısmında yer
alan 9 cm yüksekliğindeki palmet şekilli bölmeye ise, "Allah"
yazılmıştır. Beyitlerin araları yazıya engellemeyecek şekilde çiçek
motifleriyle bezenmiştir. Panonun arka yüzünde ise yalnızca küçüklü
büyüklü palmet ve çiçek motiflerine yer verilmiştir.
Gümüş
Şebeke 1006 H-1597 M yılında, Maraş Valisi Mahmud Paşa tarafından
yaptırılmıştır. Yaptırılış nedenini anlatan "Kıt'a-i Kebîre", Şair Manî
tarafından yazılmış, hattat Mirza Ali hatlarını yazıp istifini yapmış,
Kalemkâr İlyas adlı bir usta da, hatların ve motiflerin gümüş levhalar
üzerine geçirme işlerini üslenmiştir.
Burada
şair Manî'nin yazdığı 32 beyitlik Kıt'a-i Kebîre'nin okunuşunu ve beyit
beyit açıklamasını vermek çok yer tutacağından, kısaca özetini verelim;
Maraş
Valisi Mahmud Paşa, Mevlânâ'nın Türbesi'nde dua eder "Ben de padişah
ile birlikte sefere katılırsam ve muzaffer olarak dönersek ve vezirler
mertebesine veya yüce bir mertebeye erersem, varımı yoğumu harcayıp bu
kapıyı gümüşten yaptırayım, der. Bu istek ve dilekleri duyan Valide
Sultan (Safiye Sultan), Mahmud Paşa'nın başkalarıyla birlikte vezir
olabilmesi için, kendisinin himmetine muhtaç olduğunu anlar. Gereği için
oğluna yani Padişaha söyler. Bütün dileklerine kavuşan Mahmud Paşa da,
Mevlânâ'nın yattığı yere bir gümüş kafes yaptırır."
Gümüş Merdiven - Gümüş Eşik
Gümüş
Eşik ve Sim-Pâye (Gümüş merdiven) olarak tanınır Gümüş iki basamaktan
oluşur Basamaklar 57x28 cm. ebatlarında ve 23 cm yüksekliğindedir
Eşikler yapının temeli ve dervişlik makamı kabul edilir. Bu nedenle mukaddestir. Üzerlerine basılmaz ve oturulmaz.
Mevleviler
dergâh açıkken özellikle Şeb-iArûs törenlerinde buraya huşu içerisinde
gelirler, dualar okurlar, niyazda bulunurlar ve bu gümüş merdiven
ayağını gözyaşlarıyla ıslatırlardı.
Mescid Bölümü
Mevlânâ
Dergâhı'nın Mescidi, Semahane ile birlikte XVI.yy da yapılmıştır.
Mescidin doğusunda Semahane, güneyinde Huzur-ı Pîr (Horasan Erleri),
kuzeyinde Valideler Mezarlığı, batısında ise Son Cemaat Mahalli yer
alır.
MESCİD kelime olarak "secde edilen yer manasına gelir."
Caminin küçüğüdür diyenler varsa da, mescidlerde Minber olmadığı için Cuma Namazları kılınamaz. Bu nedenle Mescidi, "Kurum,
kuruluş, mahalle, köy veya askeri birliklerde bulunan az sayıdaki
müslüman cemaatin ibadet etmeleri için, çoğunlukla da ahşaptan yapılan
ibadethanelerdir." diye tarif edebiliriz.
Bir
ibadethaneye minber ilave edilip camiye dönüştürülmesi, geçmişte
padişahlık makamının iznine tabi idi. Bu izni almakda oldukça zordu.
Örnek verirsek, 13. y.y. da, Selçuklular zamanında, Konya'da 300 adet mescide karşılık, yalnızca 7 adet cami vardı.
Örnek verirsek, 13. y.y. da, Selçuklular zamanında, Konya'da 300 adet mescide karşılık, yalnızca 7 adet cami vardı.
Günümüzde
mescidlerin tamamına minber ilave edilmiş, yine bu ibadethanelere
mescid denilmesine rağmen, Cuma namazı kılınır hale getirilmiştir.
Mevlânâ
Dergâhı'nın Mescidi, Semahane ile birlikte XVI.yy da yapılmıştır.
Mescidin doğusunda Semahane, güneyinde Huzur-ı Pîr (Horasan Erleri),
kuzeyinde Valideler Mezarlığı, batısında ise Son Cemaat Mahalli yer
alır.
Son
Cemaat Mahalli dört küçük kubbeden oluşur Bu dört küçük kubbenin, güney
ve kuzeyindeki bitim noktaları, kesme taş duvarlarla kapatılmıştır Batı
yönünde üç mermer sütun üzerinde, kesme taş ile yapılmış dört adet
kemer yer almaktadır. Bu küçük kubbelerden güneyde yer alanı, sonradan
bölünerek bir odaya dönüştürülmüş ve odaya Tilâvet Odası işlevi
verilmiştir.
Son
Cemaat Mahallini oluşturan duvar ve kemer taşlarının incelenmesinden
anlaşıldığına göre,Son Cemaat Mahalli Tilâvet Odası ile birlikte, ancak
Mescid ve Huzur-ı Pîr bölümlerinden ayrı bir zamanda yapılmış olmalıdır.
Her ne kadar ikinci kemerin üzerinde ( Sene I Muharrem 1307), üçüncü
küçük kubbenin içinden geçen tek şerefeli mescid minaresinin bedeninde
ise, (1337 Rebîü'l-evvel) tarihleri varsa da, bu tarihler yapımla
alakalı değil, minarenin ve son Cemaat Mahalli'nin tamirleri ile alakalı
kitabelerdir.
Son Cemaat
Mahalli'ni oluşturan üç küçük kubbe ve kemerden ikisinin altlarına gelen
alanlar, zeminden 55 cm yükseltilerek doldurulmuş ve üzerleri kesme taş
ile kaplanmıştır. Böylece ortada kalan kubbe ve kemer, giriş kapısına
ulaşılan koridor görünümü kazanmıştır.
Mescidin
Taç Kapısı mermerdendir 465 cm en ve 810 cm yüksekliğindeki Taç Kapının
(portalin) kapı açıklığı basık kemerli olup, içeriye doğru bir metre
kadar girinti yapmaktadır. Yanlara mukarnas kavsaralı birer mihrabiye
açılmıştır. Gri ve beyaz mermerden zıvanalı (geçmeli) olarak örülen
basık kemerin kitâbelik kısmı bugün boştur. Burada bulanan II.Mahmud'un
mermerden kabartmalı olan tuğrası, 1926 yılında kaldırılmıştır.
Son
Cemaat Mahalli ile birlikte Tilâvet Odası'nı oluşturan dört küçük
kubbenin önünde, üzeri kurşunla kaplanılmış olan bir saçak da yer
almaktadır.
Taç kapının mukarnas
dolgulu kavsarası zengin tutulmuş ve köşeliklere birer püskül
sarkıtılmıştır Ayrıca giriş boşluğunun iki yanındaki köşelerde, birer
sütunçe yükselmektedir. Gövdesi sade bırakılan sütünçelerin kaide ve
başlıkları iki ters vazo formunda işlenilmiş olup, yüzeyleri geometrik
ve bitkisel süsleme ve mukarnaslarla tezyin edilmiştir.
Mescid
12.80 x 13.70 m ölçülerinde, kareye yakm dikdörtgen şeklindedir.Bu
dikdörtgenin içinden 11.20x12.20 m lik bölüm, zeminden 28 cm
yükseltilerek bir podyum oluşturulmuş, namazlar burada kılınmış, zikir
tesbihleri ile İsm-i Celâl (Zikir) burada çekilmiş
.
.
MESCİDDE ZİKİR TESBİHİ NASIL ÇEKİLİRDİ?
Zikir
Tesbihi daha çok abanoz, ceviz veya ıhlamur ağacından yapılırdı.
Teşbihlerin taneleri iri, adedi ise 1001 olurdu. Tesbihin imamesi ve
durakları "Mevlevi Sikkesi" şeklinde yapılırdı.
Zikir,
Allah'ın isminin veya isimlerinden birkaçının tekrarlanması demektir.
Sabah namazlarından sonra, ihya geceleri denilen pazar ve perşembe
geceleri ile, kandillerde yatsı namazından sonra yapılırdı. Zikirler
eğer zikir tesbihleri ile yapılırsa "Halkaya girmek" denilirdi.
Zikir
yapılacağı zamanlarda Şeyh mihrabın önüne serilen kırmızı postun
üzerine sırtı mihraba, yüzü cemaata dönük olarak otururdu. Dervişler ise
daire şeklinde (Halka halinde) yere diz çökerek otururlardı. Oturma
işlemi bitince, bir derviş zikir tesbihini getirir, imamesini öperek
Şeyh'e verir, sonra da diğer tesbih tanelerini halka halinde yere
sererdi. Dervişler kendi önlerinde olan tesbih tanesini öperek ellerine
alırlardı.
Zikir Şeyh'in Besmele çektikten sonra, yüksek sesle "Allah" demesiyle
başlardı. Dervişler her Allah dedikten sonra, ellerindeki tesbih
tanesini sağa doğru yürüterek, kendi sağında oturan dervişe devrederdi
.
.
Şeyh
zikri kâfi görünce işaret verir, okunacak dua ve çekilecek gülbanktan
sonra zikir biterdi. Sonra bir derviş yerde serili olan zikir tesbihini
usulüne uygun olarak toplar ve yerine kaldırırdı.
* * *
Mescidin
kuzey ve batısındaki duvarları moloz taşla yapılmış olup, duvarlar
dıştan kesme taş ile kaplanmıştır iki duvar da içten sıvalıdır Bu iki
duvardan kuzeyde bulunanın üzerinde dört, batı duvarının üzerinde ise
iki adet pencere yer almaktadır Pencerelerden üstte yer alanları alçı,
altta yer alanları ise ahşaptandır.
Mescidin
güney ve doğusu açıktır Bu yönlerde bir sütun ve ikişer sivri kemer
vardır. İki yöndeki dört sivri kemer ile batı ve kuzeydeki iki duvar,
yukarıda bir kasnakta birleşmekte ve büyük bir kubbe ile son
bulmaktadır. Kasnağın hemen üzerinde 8 adet alçı pencere yer almaktadır.
Büyük kubbe dışta sekiz köşeli olup, kubbenin dış yan duvarları,
araları derzli taş ve tuğla işçiliktir. Kubbenin üzeri kurşun kaplıdır.
Mescidin güneyinde iki kemerin kesiştiği kemer boşluğunda, defne yapraklı iki yuvarlak çelenk motifi içerisinde " Allah" ve "Muhammed" yazılıdır,
iki çelenk motifi arasında ise, kabartma olarak yapılmış meyve tabağı
motifi yer almaktadır. Meyve tabağı motifinin altındaki dikdörtgen
panonun içerisinde ise dergâhın tamamına yapılan rokoko süslerin
ustasının adının ve yılının geçtiği kitabesine yer verilmiştir.
Mescidin kubbe kasnağına kufî hâtla " Ayetel- Kursi", kubbeye ise "char-ı yâr"ın adları yazılmıştır.
Mescidin
içinde, bir tarafı kuzey duvarına dayalı olan, diğer tarafı ise üç adet
ince sütun üzerine basan, kesme taştan yapılmış iki basık kemer
üzerinde, Müezzin Mahfeli vardır. 1982- 1990 yıllan arasında yapılan
onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında, sütunların ve mahfelin
ahşaplarının üzerlerine sürülmüş olan yeşil yağlıboyalar temizlenmiş,
temizlenen yağlıboyaların altından XVII.yy'a tarihlenen orjinal nebatî
ve geometrik motiflere ulaşılmıştır. Yine mahfelin altındaki duvarın
üzerinde yer alan müsenna "HÛ" hattı da, badana tabakalarının altından
çıkarılmıştır.
Mescid duvarının güney-batı köşesinde tek şerefeli minarenin küçük ahşap kapısı yer alır. Hemen üzerinde " Mesnevîhân Kürsüsü" vardır.
Dergâh açıkken, namazlardan sonra " Mesnevîhânlar" tarafından buradan
Mesnevi okunuyormuş. Bu kürsü üzerindeki geometrik motiflerde, yine
yeşil renkli yağlıboyaların altından çıkarılmıştır.
Mescidin
mihrabı güney duvarı üzerinde, sütunun önündedir. Mihrap 3.50 X 1.80 m
ebadında ve gök mermerden yapılmış, mihrap alındığına (Buraya giren
güven bulur) Âyet-i Kerîmesi kabartma olarak yazılmıştır.
Mescidin
üç adet de kapısı vardır. Birincisi Son Cemaat Mahallinin girişindedir.
İki kanatlıdır. Kanatlar 84 cm eninde ve295 cm yüksekliğindedir.
Kündekârî tekniğinde yapılmıştır. Kanatların alt, üst ve yan yüzleri
sade tutulmuş, aralarındaki geniş yüzeyler kuşaklarla panolara
ayrılmıştır. Alt ve üstteki madeni ince kuşaklar bitkisel bezemelidir.
Diğer iki ahşap kuşak daha kalın olup, yüzeylerine ajurlu metal
kabaralar çakılmıştır. Alınlık kısmı iç içe geçmiş dikdörtgen silmelerle
dekore edilmiştir. Yukarıdaki iki pano içerisine Kur'ân-ı Kerîm'in
İkinci
kapı Semahane ile Mescid arasında ve Mescidin kuzey-doğu köşesindedir.
Söveleri ve basık kemeri kesme taşla yapılmıştır. Kapı çift kanatlıdır.
Buranın eski oyma çift kanatlı ahşap kapısı mescidin güney duvarı
üzerinde halen teşhirdedir.
Üçüncü
kapı mescidin güney- batı köşesinde, Huzur-ı Pir ile Mescid arasındadır
"Çerag Kapısı" adı ile tanınır. Burdaki iki kanatlı kapı da
ahşaptandır. Kapının kenarındaki söveleri ve üzerindeki basık kemerleri
kesme taştan yapılmıştır.
Tilâvet Odası
Tilâvet
Arapça bir kelime olup, "Kur'an-ı Kerîm'i güzel sesle ve usulüne uygun
olarak okunması" anlamına gelir. Dergâh açıkken burada Kur'ân okumakta
vazifelendirilmiş dedeler bulunduğundan, bu odaya Hücre-i Tilâvet yani,
Kur'ân okuma odası denilmiştir. Halen Hat Dairesi olarak
kullanılmaktadır.
Tilâvet Odası, bitişiğindeki Mescid'in batısında yer alan Son Cemaat Mahalli'nin devamı gibidir. Odaya basık kemeri ve söveleri mermerden olan, çift kanatlı oyma ahşap kapıdan girilir.
Tilâvet Odası'nın girişinde yer alan kapı ile mermer sütunlar arasında altta 60 cm. yüksekliğinde kesme taş duvar, üzerinde ise 62,5 cm yüksekliğinde oyma mermer şebeke vardır. Şebekenin üzerinden başlayıp kapı yüksekliğinde biten iki adet pencere yer ahr. Pencerelerin ve kapının hemen üzerinden başlayan ve kemerlere kadar araları ıhlamur ağacından yapılmış ince çıtalarla kafes şekli görünümü verilmiş ahşaptan üçgen çerçevelere yer verilmiştir.
Hat Dairesinde Mahmud Celâleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarîzâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud'un yazdığı altın kabartma bir levha da burada sergilenmektedir.
Ahşap. Env. No. 272.147 x 88 cm. Osmanlı. 1251 / 1835.
Hattatı. Yesârizâde Mustafa İzzet.
Zıvanalı
7 parça tahtanın birbirine geçmesiyle oluşturulan ahşap pano üzerine,
iki sütun halinde Talik hatla altın yaldızla Pertev Paşa Divanı'ndan
alınan beyitler yazılmıştır. Çerçevenin alınlığı kabartma altın yaldızlı
gül ve yaprak motifleriyle süslenmiştir. Levhada şunlar yazılıdır:
Budur Dergâh-ı Mevlâna Celâl'ud-din-i ve'd dünyâ
Bu Dergâh Ka'be-i cân u cenandır cümle uşşâka
Bu meşhed nurdan derya o hazret dürre-i beyza
Hubâbı kubbe-i hazrâ disem hami itme igrâka
Bunun her evc-i pâki uç virir şems-i hakîkatden
Muhâzi her biri ma'nide tâk'ı çarh-ı bisâka
Elezdir ney-şekerden çûb-i matbah çille-keş câne
Müreccah zevk-ı hıdmet yanlarında başka ezvâka
İderler sikke ber-ser sikke-i zer-gerden istiğna
Olub bi gıll u gışş iksir-i hâs'ı pûte-i faka
Girift-i aşk olurlar bâş keserler tavk-ı teslime
Ezelden beste gelmişler visâk-ı ahd-u misâka
Yanarlar şem'i cânâne cihân-u cân bir yâna
Dönerler hemçu pervane virirler varın ihrâka
Gehfâzâd olub gamdan gecüb fikr-i dü'âlemden
Rebâb-u nâyi eylerler bedel takyıd-u itlâka
Bununla şehr-i Konya fahr ider İran-u Turana
Bu bık'a kıble-kâh-ı arzudur bunca uşşâka
Murûr-ı vakt ile hacet olub ta'mire bu hayrı
Müyesser kıldı hak Şâhenşeh-i pâkize ahlâka
Zihi kutb-ı himem sâhib-kerem Sultân Mahmud Han
Odur şems-i ziyâ-bahş-ı inayet cümle âfâka
Matbah-ı Şerif
Matbâh
veya Matbâh-ı Şerîf bölümü, Meydân-ı Şerifin güney-doğu köşesinde,
avlunun ise güney-batı köşesinde yer alır. Mevlevîliğin en değerli
bölümüdür. Elbetteki Matbâhtaki asıl işlev yemek pişirmek ve yemek yemek
ise de, Can tabir edilen Mevlevi adaylarının 1001 günlük çile süresi
içerisinde, en çok eğitim gördükleri yerin burası olması nedeniyle
"Mevleviler Matbâha, insanın pişirildiği yer" derler. Burada gürültü
edilmez, yüksek sesle konuşulmaz, gülünmezdi. Hatta Matbâha gösterilen
saygının bir ifadesi olarak, Matbâh ın kapısının önünden geçilirken
dahi, baş kesilirdi (Selama durulurdu).
Matbâh-ı Şerîf;
III. Murat devrinde 1584 yılında, derviş hücreleri ile birlikte inşa edilmiştir. Zaman zaman tamir, onarım ve ilâveler gören bina, Matbâh'ın batı duvarının, üzerindeki tamir kitabesinden anlaşıldığına göre, son şeklini 1284 H - 1867 M yılında almıştır.
Bina İçten kireç sıvalı ve kalem işi süslemeli, dıştan kesme taş kaplamadır. Matbâha basık kemeri ve söveleri mermer olan, büyük bir ahşap kapıdan girilir. Asıl mekâna 205 x410 cm ebatlarında üzeri tonozlu bir koridordan geçilir.
Matbâh iki kısımdan oluşur. Birinci kısım 9.20x5.20 m ebatlarında, üzeri beşik tonozlu ve kireç sıvalıdır. Bu kısmın kuzey-doğu köşesinde, yerden 60 cm yükseltilmiş, zeminine Saka Postu serilmiş 110x258 cm ebatlarında bir seki vardır Bu seki üzerine serilmiş Saka Postu üzerine, Mevlevîliğe girmek isteyen adaya, önce abdest aldırılır sonra "yapılan işleri yerinde görmesi ve kararını bir kere daha gözden geçirmesi İçin", üç gün süre ile iki dizi üzerinde (murakabe vaziyetinde) oturtulurdu. Aday yemek, tuvalet ve ibadetten başkaca bir iş için, Saka Postu'nu terkedemez, birşeyler okuyamaz ve konuşamazdı. Bu adaya "Nev-niyâz" (Aday adayı) denilirdi.
Nev-niyâz bir taraftan Matbâhta yapılan işleri göz altından incelerken, bir taraf tanda burada görev yapan dedeler, Nev-niyâz'a;
"Derviştik
zordur. Çileyi Kırmak ise hiç iyi değildir. Dervişlik ateşten gömlek,
demirden leblebidir. Aç kalmak, haksız yere söz işitmek vardır. Kısacası
Dervişlik Ölmeden önce ölmektir. Bunlara tahammül edebileceksen çileye
soyun, yoksa yol yakınken çekip git. İkrardan dönenin mahşer günü yüzü
kara olur" gibi, telkinde bulunurlardı. Nev-niyâz üç günün sonunda 1001
gün çileye soyunmak istediğini beyan ederse, yani ikrar verirse,
Nev-niyâz'a Can denilir ve 1001 gün sürecek çile başlardı.
Nev-niyâz'ın oturduğu "Saka Postu Makamı"nın yükseltisinin hemen altına birde ayakkabıların konulması için yer yapılmıştır. Ayakkabılar buraya, burnu içeriye, topukları dışarıya dönük olmak üzere konulurdu. Eğer ayakkabılar kapı önüne konuluyorsa, bu defa ayakkabıların burnu kapıya yönelik olarak konulurdu. Can tabir edilen derviş adayından sorumlu dede tarafından bu ayakkabılar çevrilirse, yani ayakkabının topukları kapıya yönelik konulursa bu, "Çık git, dergâhı terket, bir daha gelme" demekti.
Birinci kısmın tavanı tonoz örtülü ve kireç sıvalıdır. Güney-batı köşesinde büyük bir aydınlık penceresi, pencerenin hemen altında da mermer aynalı bir çeşme ve yalak yer alır. Bu çeşmeye su, XVI. yy da Yavuz Sultan Selim tarafından Dutlukırı'ndan getirtilmiş ve Dergâha vakfedilmiştir.
Birinci kısmın batısında ve kuzeyinde birer büyük baca vardır. Bacaların sivri kemerleri kesme taş ile yapılmıştır. Birinci bacanın altında iki büyük ocak, ocakların üzerinde de yemek pişirmek için özel yapılmış iki büyük kazan vardır. İkinci bacanın altında ise, kazanlarda pişirilen yemeklerin soğumaması için altında köz ve sıcak külün bulunduğu dört adet küçük ocak ve bu ocaklara uygun büyüklükte konulan kaplar yer almaktadır.
Nev-niyâz'ın oturduğu "Saka Postu Makamı"nın yükseltisinin hemen altına birde ayakkabıların konulması için yer yapılmıştır. Ayakkabılar buraya, burnu içeriye, topukları dışarıya dönük olmak üzere konulurdu. Eğer ayakkabılar kapı önüne konuluyorsa, bu defa ayakkabıların burnu kapıya yönelik olarak konulurdu. Can tabir edilen derviş adayından sorumlu dede tarafından bu ayakkabılar çevrilirse, yani ayakkabının topukları kapıya yönelik konulursa bu, "Çık git, dergâhı terket, bir daha gelme" demekti.
Birinci kısmın tavanı tonoz örtülü ve kireç sıvalıdır. Güney-batı köşesinde büyük bir aydınlık penceresi, pencerenin hemen altında da mermer aynalı bir çeşme ve yalak yer alır. Bu çeşmeye su, XVI. yy da Yavuz Sultan Selim tarafından Dutlukırı'ndan getirtilmiş ve Dergâha vakfedilmiştir.
Birinci kısmın batısında ve kuzeyinde birer büyük baca vardır. Bacaların sivri kemerleri kesme taş ile yapılmıştır. Birinci bacanın altında iki büyük ocak, ocakların üzerinde de yemek pişirmek için özel yapılmış iki büyük kazan vardır. İkinci bacanın altında ise, kazanlarda pişirilen yemeklerin soğumaması için altında köz ve sıcak külün bulunduğu dört adet küçük ocak ve bu ocaklara uygun büyüklükte konulan kaplar yer almaktadır.
Bu
ocakların önündeki küçük alana "Ateş-bâz-ıt Velî Makamı" da denilir.
Burada suyun olması ve ısıtılma imkânının bulunması nedeniyle, bu yer
aynı zamanda "Gasil-hâne" (cenazenin yıkanıldığı yer) olarak da
kullanılmıştır.
Birinci kısımdan ikinci kısmı ayırmak için mermer bir duvar, yerden 93 cm yükseltilmiş ve 500x1120 cm ebatlarında bir set oluşturulmuştur. İki adet beşik tonozlu kubbesi olan mekâna, dört adet mermer merdivenle çıkılır. Bu mekanın doğusunda ve batısında ikişer, güneyinde ise dört adet ahşap penceresi vardır. Pencerelerin üzerinde, içi sitilize bitki motifleriyle bezenilmiş taçlara yer verilmiştir.
İkinci kısmın kuzey doğusunda yer alan ahşap dolabın kenarından başlayan siyah ve mavi renkli iki şerit, pencereleri çepe çevre dolaştıktan sonra, bu kısmın kuzey batısında yer alan dolabın kenarında son bulur.
İkinci kısmın zemini ahşap döşemedir. Semâ çıkarmak için Mevlevi adayları burada talim yaptıklarından, mekânın ahşap zemin döşemesi üzerine sarı pirinçten, tepesi parmağı kesmeyecek tarzda pürüzsüz ve yuvarlak olan, "Semâ talim çivisi" de çakılmış ve etrafına dairevi bir yuva açılmıştır. Matbahlarda semâ öğrenecekler için (Semâ çıkarmak - Semâ talim etmek) aynı şekilde hazırlanmış, taşınabilir "semâ meşk tahtaları" da vardır. Semâ talimleri burada yapılıyordu.
Birinci kısımdan ikinci kısmı ayırmak için mermer bir duvar, yerden 93 cm yükseltilmiş ve 500x1120 cm ebatlarında bir set oluşturulmuştur. İki adet beşik tonozlu kubbesi olan mekâna, dört adet mermer merdivenle çıkılır. Bu mekanın doğusunda ve batısında ikişer, güneyinde ise dört adet ahşap penceresi vardır. Pencerelerin üzerinde, içi sitilize bitki motifleriyle bezenilmiş taçlara yer verilmiştir.
İkinci kısmın kuzey doğusunda yer alan ahşap dolabın kenarından başlayan siyah ve mavi renkli iki şerit, pencereleri çepe çevre dolaştıktan sonra, bu kısmın kuzey batısında yer alan dolabın kenarında son bulur.
İkinci kısmın zemini ahşap döşemedir. Semâ çıkarmak için Mevlevi adayları burada talim yaptıklarından, mekânın ahşap zemin döşemesi üzerine sarı pirinçten, tepesi parmağı kesmeyecek tarzda pürüzsüz ve yuvarlak olan, "Semâ talim çivisi" de çakılmış ve etrafına dairevi bir yuva açılmıştır. Matbahlarda semâ öğrenecekler için (Semâ çıkarmak - Semâ talim etmek) aynı şekilde hazırlanmış, taşınabilir "semâ meşk tahtaları" da vardır. Semâ talimleri burada yapılıyordu.
Semâ talimine yeni başlayan Can, Önce çıplak ayakla "Semâ talim çivisi"nin veya "Semâ meşk tahtası"nın yanına gelir, baş keser, sonra sol dizini yere koyar, sağ dizini bükerek çökerdi. Çivi ile görüştükten (çiviyi öptükten) sonra, bir miktar tuzu, parmaklarının arasını pişirsin ve yara olmasını önlesin diye, destur çekerek çivinin bulunduğu yere dökerdi. Sonra ayağa kalkar, sol ayağının baş parmağı ile, yanındaki parmağının arasına talim çivisini yerleştirirdi. Dökülen tuz, sol ayağının dönüş sırasında rahat kakmasını da sağlamış olurdu.Semâzenin sol ayağına "direk", sağ ayağına ise "çark' denilirdi. Direk denilen sol ayak yerinden hiç kaldırılmaz ve diz hiç bükülmezdi. Çark direğin etrafında , çivi merkez olmak üzere, sağ ayağını, sol dizinin hizasına kadar kaldırdıktan sonra, sol ayağı merkezde kalmak üzere, vücudunu 360 derece döndürür ve sağ ayağını yine kaldırdığı aynı yere gelmek üzere yere basardı. Böylece vücut, kendi ekseni etrafında bir tur atmış olurdu ki buna, "Çark atmak" denilirdi. Bu hareket 180 derecelik dönüşlerle de yapılırdı ki, buna "Yarım Çark" denilirdi. Semaya başlayanlara önce yarım çark atmak öğretilir, sonra tam çark atmaya geçilirdi. Bu alıştırma, semâzenler çivisiz devir yapmayı öğreninceye kadar devam ederdi. Direği, yerde sürümeden sabit tutarak çark atmaya, "direk tutma" denilirdi.
Meydân-ı Şerif Odası
Matbâh-ı
Şerif ile Derviş Hücrelerinin kesiştiği köşede, 5.60 x9.50 m
ölçülerinde, dikdörtgen şeklinde büyük ferah bir oda vardır. Bu odaya
"Meydân-ı Şerif Odası" denilmektedir. (Halen müdür odası olarak
kullanılmaktadır.) Hasan Özönder'in "Mevlânanın Külliyesi'nin Tamir ve
İlaveleri Kronolojisi" adlı makalesinde, 1816 tarihli bir onarımdan
bahsedilmekte ve yapılan onarımların 28 madde halinde detaylı listesi
verilmektedir. Verilen onarım işleri listesinin 18. sırasında, "Adı
geçen meydan odası üzerindeki "Sikke-hâne" odasındaki ........"
denilmektedir. Buradan yola çıkarak. "Meydân-ı Şerif Odası"nın yerinde
1867 yılından önce, alt katı meydan odası, üst katı Sikkehâne olan iki
kattı bir binanın olduğunu anlıyoruz. Bu iki katlı bina 1867 yılında
yıkılmış ve yerine bugünkü tek katlı büyük "Meydân-ı Şerif" odası
yaptırılmıştır.
Meydân-t
Şerife sabah namazından sonra girilirdi. Meydana muhipler giremezdi.
Meydanda kırmızı post, Şeyh'e aitti. Onun sağ ve sol tarafındaki siyah
ve beyaz renkli postlar Kazancı Dede'ye ve Meydancı Dede'ye aitti. Odaya
girenler, kıdem sırasına göre yarım daire şeklinde Şeyhin karşısında,
yer alırlardı. Sonra hep beraber ayak mühürlerlerdi. (Sağ ayağın baş
parmağını, sol ayağın baş parmağının üzerine koyarlardı). En son olarak
odaya, Tarikatçı Başı baş keserek girerdi. Bütün dedelerde Tarikatçı
Başı ile beraber baş keserlerdi. (Başın biraz öne eğilmesi, belin üst
kısmının başla beraber 45 derece öne eğilmesi). Tarikatçı postuna
otururken odadakilerde aynı zamanda yere otururlar ve tarikatçı ile
birlikte yerle görüşürler, yere niyaz ederlerdi (yeri öperlerdi).
Meydân-ı Şerife girenler yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerdi Tepsideki ekmek parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunardı. Sunulan bu kuru ekmek parçalarına "çörek" denilirdi. Çörek istemeyen dedeler şahadet parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öperdi. Dışarı meydancı "çörek" denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirdi.
Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü. Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi. Mevlânâ'nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, "Şeb-i Arüs" töreni burada yapılırdı.
Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve "Murakebe"ye dalarlardı. Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini (CX) okur, "Fatiha" derdi.
Meydân-ı Şerife girenler yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerdi Tepsideki ekmek parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunardı. Sunulan bu kuru ekmek parçalarına "çörek" denilirdi. Çörek istemeyen dedeler şahadet parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öperdi. Dışarı meydancı "çörek" denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirdi.
Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü. Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi. Mevlânâ'nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, "Şeb-i Arüs" töreni burada yapılırdı.
Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve "Murakebe"ye dalarlardı. Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini (CX) okur, "Fatiha" derdi.
Fatiha okunduktan sona şu gülbânk çekilirdi.
"Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola, sahibü'l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevtana sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim"
Gülbânktan sonra uzatılarak "hûûû" denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi). Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi. Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.
Meydân-ı Şerifin çift kanatlı kapısı, odanın kuzey-dogu köşesindedir. Kuzey duvarı üzerinde bir, güney duvarı üzerinde iki ve batı duvarı üzerinde üç adet olmak üzere toplam altı adet ahşap penceresi vardır. Duvarları dışta kesme taş kaplama, içte kireç sıvalı olan odanın tavanı, bağdadî tarzında yapılmıştır. Tavanında Barok-Ampir tarzı karışımı üslup gösteren, hayali tabiat manzaraları ve rokoko motifler vardır.
"Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola, sahibü'l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevtana sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim"
Gülbânktan sonra uzatılarak "hûûû" denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi). Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi. Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.
Meydân-ı Şerifin çift kanatlı kapısı, odanın kuzey-dogu köşesindedir. Kuzey duvarı üzerinde bir, güney duvarı üzerinde iki ve batı duvarı üzerinde üç adet olmak üzere toplam altı adet ahşap penceresi vardır. Duvarları dışta kesme taş kaplama, içte kireç sıvalı olan odanın tavanı, bağdadî tarzında yapılmıştır. Tavanında Barok-Ampir tarzı karışımı üslup gösteren, hayali tabiat manzaraları ve rokoko motifler vardır.
Derviş Hücreleri
Derviş
yoksul anlamına gelir. Tarikatlara girenlere Derviş, hücre sahibi
olanlara ise "Hücre-nişîn" , "Hücre Güzin" ve "Dede' denilir.
Deruişân Kapısı'ndan (Cümle Kapısı) sonra, iki küçük kubbeli bir geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye geçilir.
Geçiş mekânının sağ tarafında (güneyinde) dört adet, sol tarafında (kuzey) ise önce kuzeye doğru giden, sonra doğu yönüne doğru yönülen 14 adet "Derviş Hücresi" vardır.
Bugünkü hücreler III. Murad tarafından yaptırılmıştır.
Bu bölümdeki 13 hücreden birisi "Postnİşîn Hücresi, diğeri "Mesnevihân Hücresi" olarak orijinal eşyaları, mankenlerle teşhir edilmiştir.
Deruişân Kapısı'ndan (Cümle Kapısı) sonra, iki küçük kubbeli bir geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye geçilir.
Geçiş mekânının sağ tarafında (güneyinde) dört adet, sol tarafında (kuzey) ise önce kuzeye doğru giden, sonra doğu yönüne doğru yönülen 14 adet "Derviş Hücresi" vardır.
Bugünkü hücreler III. Murad tarafından yaptırılmıştır.
Bu bölümdeki 13 hücreden birisi "Postnİşîn Hücresi, diğeri "Mesnevihân Hücresi" olarak orijinal eşyaları, mankenlerle teşhir edilmiştir.
Hücrelerin
tamamı tek kubbelidir. Her hücrede bir ocak (şömine) dolap, sedir,
mangal ve bazı dergâh eşyaları ile dışarıya ve koridora bakan birer
ahşap penceresi ve yine revaklı koridora açılan bir kapısı vardır.
Bu hücreler 1001 gün çilesini tamamlayan dedelere verilirdi ve kendilerine "Hücre nişin", 'Hücre güzîn" ve "Dede" denilirdi.
Bu hücreler 1001 gün çilesini tamamlayan dedelere verilirdi ve kendilerine "Hücre nişin", 'Hücre güzîn" ve "Dede" denilirdi.
Hücrelerden
girişin güneyinde yer alan dördü, halen bilet gişesi ve idarî bürolar
olarak kullanmaktadır. Eskiden bu hücrelerden üçü "Aşçı başı",
"Türbedâr" ve "Tarikatçı başı" hücresi olarak kullanılıyordu.
Hücrelerin yıkılmadan orijinal haliyle bırakılan ikisi de kütüphane olarak kullanılmaktadır. Bu kütüphanelerden birinde Mevlânâ Müzesinde Müdür, Kültür Bakanlığında Müzeler Genel Müdürü ve Müsteşar olarak görev yapan Mehmet Önder'in, bir diğerinde de Mevlânâ ve Mevlevîlikte ilgili yazdığı kitaplarla tanınan üstad Abdülbakî Gölpınarlı'nın Mevlânâ Müzesi'ne bağışladıkları kitaplar muhafaza edilmektedir.
Burada bulunan dokuz hücrenin 1929 yılında ara duvarları yıkılarak salon haline getirilmiş ve bu bölümde değerli halı ve kilimler sergilenmişti. Halı ve kilimler 2000 yılında Etnografya Müzesinde açılan "Halı Bölümüne" nakledilince, boşalan salon bu defa "Sinevizyon Odası" olarak hizmete açılmıştır. Odaların önlerindeki revaklar da kapatılarak, sergi salonu haline getirilmiştir.
Ara duvarları yıkılan hücrelerin koridora bakan pencere ve kapı yerlerine, hücreler eski haline getirilinceye kadar vitrinler yaptırılmış ve bu vitrinlerde keşkül, pazarcı maşası, mütteka, nefir gibi Mevlevi etnografyası ile alakalı eserler ile değerli kumaşlar sergilenmiştir.
Hücrelerin yıkılmadan orijinal haliyle bırakılan ikisi de kütüphane olarak kullanılmaktadır. Bu kütüphanelerden birinde Mevlânâ Müzesinde Müdür, Kültür Bakanlığında Müzeler Genel Müdürü ve Müsteşar olarak görev yapan Mehmet Önder'in, bir diğerinde de Mevlânâ ve Mevlevîlikte ilgili yazdığı kitaplarla tanınan üstad Abdülbakî Gölpınarlı'nın Mevlânâ Müzesi'ne bağışladıkları kitaplar muhafaza edilmektedir.
Burada bulunan dokuz hücrenin 1929 yılında ara duvarları yıkılarak salon haline getirilmiş ve bu bölümde değerli halı ve kilimler sergilenmişti. Halı ve kilimler 2000 yılında Etnografya Müzesinde açılan "Halı Bölümüne" nakledilince, boşalan salon bu defa "Sinevizyon Odası" olarak hizmete açılmıştır. Odaların önlerindeki revaklar da kapatılarak, sergi salonu haline getirilmiştir.
Ara duvarları yıkılan hücrelerin koridora bakan pencere ve kapı yerlerine, hücreler eski haline getirilinceye kadar vitrinler yaptırılmış ve bu vitrinlerde keşkül, pazarcı maşası, mütteka, nefir gibi Mevlevi etnografyası ile alakalı eserler ile değerli kumaşlar sergilenmiştir.
Türbeler
Niyaz Penceresi
Türbelerin
bulunduğu yerlerde, yatırların sandukalarını görecek şekilde,
türbelerin ayak veya yan taraflarına yapılan pencerelere " NİYAZ
PENCERESİ" denilir. Türbeye girilmeden veya türbe kapalı içeriye
girilemiyorsa, dua dışarıdan bu pencerelerden okunurdu, istekler bu
pencereden yapılırdı.
Mevlânâ Dergâh'ında da , dergâhın güneyinde yer alan bu pencereden bakılınca "Kıbâbü'l Aktâb" (Kutupların
kubbeleri) manasına gelen Mevlânâ'nın, Mevlânâ'nın soyundan gelenlerin
ve Mevlevi büyüklerinin mezarlarının bulunduğu yer görülmektedir. Bu
nedenle dualar ve niyazlar halen ihtisas Kütüphanesi'nin içinde kalan bu
pencereden yapıldığından, pencereye " Niyaz Penceresi " denilmiştir.
Yâ Hazret-i Mevlânâ
Derhâ heme beste-end illâ der-i tû
Tâ reh nebered garîb illâ ber-i tû
Ey der kerem-i 'izzet-i nûr-efşânî
Horşîd u meh u sitâreğân çâker-i tû
Mevlânâ
Yâ Hazret-i Mevlânâ
Ey keremde, yücelikte nur saçıcılıkta güneşinde, ayında,
yıldızlarında, kendisine kul-köle kesildiği güzel.
Garib aşıklar senin kapından gayrı bir yol bulamasınlar diye,
bütün kapılar kapatılmış, yalnız senin kapın açık bırakılmıştır.
Mevlânâ
Niyâz
penceresinin bulunduğu oda dikdörtgen formludur. Önceleri şeyhlere
mahsus kabul salonu olarak kullanılan oda, 1926 anlında bir müddet
"müdür odası" olarak kullanılmış, daha sonra "ihtisas Kütüphanesi"
olarak hizmete sunulmuştur. Niyâz penceresi'nin içinde bulunduğu oda
XX.yüzyılın başlarında yapılmış olmalıdır. Zira X/X.yy.ın sonlarında
çekilmiş olan fotoğrafların içinde, bu oda görülmediği gibi, bu alanda
şimdi yerinde olmayan bir türbede görülmektedir. Odanın batısında yer
alan "Hasan Paşa Türbesi" ile, doğusunda yer alan " Payanda"nın arasında
kalan boşluğun üzeri çatı, önü ise camekanla kapatılarak büyük bir oda
kazanılmıştır. Bu arada fotoğraflarda yeni yapılan odanın kapısının veya
kapının hemen önündeki alanda olması gereken kimliğini bilmediğimiz
türbede yıkılmış olmalıdır
Mevlânâ
Müzesi'nin İlk Müdürü Yusuf Akyurt'un 23 Şubat 1940 tarihli raporundan
öğrendiğimize göre; Selçuklu Devlet adamlarının, Karaman Oğullarının,
Osmanlı Sultanlarının ve devlet adamlarının yanı sıra, Mevlânâ'ya
muhabbetleri olan zenginlerin hediye ve vakfettikleri kitaplar, Mevlânâ
Dergâhı'nın içinde. Derviş Hücrelerinde orada burada dağınık halde imiş.
Mevlevihane de müstakil bir kütüphane yokmuş.
Mevlânâ
Dergâhı'nın 24. Postnişîni Hemdem Sa'id Çelebi (1807-1858), evinde
bulunan hususi kütüphanesini 1854 yıhnda Mevlânâ Dergâhı'na naklederek
vakfetmiş, dergâh içinde yer alan Fatma Hatun Türbesi'ni de Kütüphane
yapmıştır. Kendi kütüphanesinden getirdiği kitaplar ile, dergâhta
dağınık vaziyette bulunan kitapları bu kütüphaneye kayıt ve tescil
etmiştir. Kütüphanenin vakfiyesi bulunmamaktadır. Ancak Hemdem Sa'id
Çelebi kendi vakfettiği kitapları, birisi 25x24 mm ölçülerinde, diğeri
23 x 19 mm ölçülerinde oval biçimli olan iki mühürle mühürlemiştir.
Hamüşan
Mevleviler
ölene "Göçtü-göçündü", "hâmûş oldu", mezarlıklara susanlar vurdu ve
susanlar anlamına gelen "Hâmûşân", "Hâmûşhâne", cenazeyi defnetmeye de
"sırlamak" derlerdi.
Dergâhların etrafında genellikte "Hâmûşân veya hâmûşhâneler" yer alırdı. Buralara Mevlânâ'nın soyundan gelenler, dedeler ile mübtedîler defnedilirdi (sırlanırdı).
Huzur-i Pîr ve Kibâbü'l-Aktâb denilen Mevlânâ'nın Türbesi'nin içi olduğu gibi, türbesinin çevresi de mezarlık yani "Hâmûşhâne" idi. Dergâhın güneyinde ve batısında bulunan hâmüşhâneleri, elde bulunan eski fotoğraflardan da tesbit edebiliyoruz. Ancak nedense dergâhın doğusundan ve kuzeyinden çekilmiş elimizde hiç fotoğraf bulunmamaktadır. Bu bölümlerinde hâmûşâne olduğunu, eski planlardan anlıyoruz. Eski planlarda bu bölümlerin üzerlerine hâmûşân yazılmış. Dergâhın kuzeyindeki bir bölümün üzerine de 'Valideler Mezarlığı" diye yazılmış. Yine bizim Neyzen Selâmı Bertuğ'dan Öğrendiğimize göre, Dergâhın önündeki bir bölümde "Neyzenler Mezarlığı"dır. Demek ki dergâhtaki bir bölüm "Ölen Neyzenlerin", bir bölümde "Ölen Validelerin" defni için ayrılmış bölümlerdir.
Ölüm Mevlevilerce "Dostun, dosta kavuşması, vuslata engel olan gömleğin çıkarılması ve bir ülkeden bir ülkeye göçtür". Öyle ise ölüm günü vuslat günüdür. Bu günde ney çalmak, semâ etmek ve eğlenmek gerekirdi. Bu düşünce Mevlâna'dan, hele Kuyumcu Selâhaddin'den sonra daha rağbet görmüş, cenazeler ney, tef ve kudüm sesleri eştiğinde götürülmeye ve semâ edilerek gömülmeye başlanılmıştır.
Mevlevi Şeyhleri matbahta, Ateşbâz-ı Velî Makamı denilen yerde ney ve kudüm sesleri eşliğinde yıkandırdı. Cenazeler sırlanmaya ism-i Celâl okunarak götürülürdü. Cenazeler tabuta konulduktan sonra, tabutun üzerine şeyhin hırkası serilir, sikkeleri de tabutun başına konuluyordu. Dedenin cenazesi kabre konulunca, bu defa dedenin hırkası üzerine örtülür, sikkesi başına giydirilir, sonra da hilâfetnâmesi kıble tarafına, yani cenazenin sağ tarafına konuluyordu.
Definden sonra, cenazeye gelenler kabrin etrafında halka olurlar, önce Kur'ân, sonra da beş dakika kadar ism-i Celâl okunuyordu, ism-i Celâl'in okunması tamamlanınca, Mevlevilerin içlerinden birisi şu gül-bâng 'i okurdu;
"Vakt-i şerif hayrola; hayırlar fethola;
Derviş...............merhum, garka-i gariyk-ı
Yezdan, hâcesi hoşnûd ola;
Dem-İ Hazret-i Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi
Kerem-i İmâm-ı Ali, Hû diyelim, "Hûûû " denilirdi ve daha sonra kabirden dönülürdü.
Bilindiği
gibi Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ûlemâ Bahaeddin Veled 12 Ocak 1231
tarihinde vefat etti ve gül bahçesindeki bugünkü yerine defnedildi.
Tekke ve zaviyeler kanunu çıkıp, Mevlânâ Dergâhının Müze yapılmak üzere
teslim alındığı tarih ise 11 Eylül 1926'dır. Dergâha müze olarak teslim
alındığı tarihe kadar defin yapıldığını düşünürsek, bu alana 695 yıl 7
ay 29 gün defin yapıldı demektir. İslâmiyette bir mezara birden fazla da
defin yapılabildiğini de göz önüne alırsak, aradan geçen bunca süre
içerisinde dergâhın içinde ve dışında bulunan mezarlıklara, kaç defin
yapıldığını tahmin dahi edemeyiz. Müzenin ilk ihata duvarı içerisinde
kalan 6500 m2'lik alanın içinde kalan Semahanede, 1996 yılında yapılan
araştırma kazısı sırasında iki sıra halinde 8 mezarın çıktığını, 1986
yılında müze avlusundaki mermerlerin yenilenmesi sırasında Hürrem Paşa
Türbesi'nin doğu bitişiğinde birkaç tane mezara rastlanıldığını göz
önüne alırsak, "Bu alan tamamen mezarlıkmış. Yeni bir bina yapılacağı
veya bir bina büyültüleceği zaman, mezarlar nakil bile edilmemiş,
mezarların üzerine ya yeni bina yapılmış, veya olan binalar ihtiyaca
göre büyütülmüş" diyebiliriz.
Konya Mevlâna Asitanesi
Konya
Mevlâna Külliyesi, teşekkül, teşkilât ve misyon itibariyle Mevlevîliğin
"Âsitânesi" 'dir.
Farsça'dan dilimize geçen "Âsitân" kelimesi, "Eşik; Padişahların, önder ve liderlerin dergahı; Nebilerin, velilerin kabirleri; Payitaht (Başkent)" gibi anlamlara gelir.Âsitânelerin "Dergah", "Tekke", "Zaviye", gibi tarikat yapılarından farklı yönlerini şöylece sıralayabiliriz:
Farsça'dan dilimize geçen "Âsitân" kelimesi, "Eşik; Padişahların, önder ve liderlerin dergahı; Nebilerin, velilerin kabirleri; Payitaht (Başkent)" gibi anlamlara gelir.Âsitânelerin "Dergah", "Tekke", "Zaviye", gibi tarikat yapılarından farklı yönlerini şöylece sıralayabiliriz:
* Âsitâneler, bir tarikatın ana, merkez binasıdır.
* Âsitâneler, çeşitli yerlerde açılan şubeleriyle çalışır, onlara merkezlik eder.
* Âsitâneler, taşıdığı idari vazife, sorumluluk gereği görevlisi bol ve tam teşekküllü idari binalardır.
* Tarikate girmek isteyenler "Çile" yi âsitânede çıkarırlardı.
* Tarikat liderinin kabrinin bulunduğu yapıdır.Bu sebeble Âsitâneye "Huzur", "Huzur-u Pir" , "Pir Evi" de denilmiştir.
İşte Konya Mevlâna Ma'muresi, bütün bu özelliklere sahip bulunan "Mevlevî Âsitânesi" dir.
"Dergâh"
ise Farsça "Kapı, kapı mahalli, eşik, tekke, toplanılacak yer," gibi
anlam gelir. Daha geniş anlamlara ve mahiyete sahiptir.
"Tekke"
kelimesinin doğru şekli "Tekye" dir. Farsçadır."Dayanak, Dayanılacak
yer" demektir. Sûfilerin toplantı ve kalacak yerlerine verilen genel
addır.
"Zaviye", "Sığınılacak yer, bucak, köşe" anlamındadır. Tekke'den daha küçük, mütevazi yapılardır.
KONYA MEVLÂNA ÂSİTÂNESİ
Tefekkür
ve tasavvuf tarihimizin ünlü siması Mevlâna Celaleddin Rûmi (D.
30.09.1207, Belh- Ö. 17.12.1273, Konya)'nin babası Sultânu'l Ulema
Bahauddin Veled, 1231 yılında vefat eder.Vasiyetine uyularak sağlığında
sık sık gezintiye geldiği, sur önündeki "Gül Bahçesi" ne gömülür. Daha
ilk günden itibaren ziyaret edilmeye başlanılan bu mütevazi kabir, bu
günkü muazzam Mevlâna Ma'muresi'nin ilk yapısını teşkil eder.
Ünlü
vezir Muinüddin Pervâne başkanlığındaki bir heyet, babasının yerine
posta buyur edilen Mevlâna'ya gelerek, kabrin üzerine, ona yaraşır bir
türbe yapmak için başvuruda bulunurlar. Ama Mevlâna "Madem ki senin
yapacağın kubbe, feleklerin kubbesinden daha güzel olmayacaktır; O Halde
bırak da onun mezarı, bu gökkubbesi ile kalsın; bundan vazgeç." diyerek
taraftar olmamıştır.
Mevlâna, 17 Aralık 1273 tarihinde vefat edince, babasının başucuna hazırlanan kabre defnedilmiştir.
Vezir
Muinüddin Pervane, eşi Gürci Hatun, Alâmeddin Kayserî, Bedreddin
Tebrizî gibi tanınmış kişilerden oluşan bir heyet bu defa onun ihya ve
irşad postuna getirilen oğlu Sultan Veled'e başvurarak Mevlâna'nın
üzerine ona lâyık bir türbe yapmak istediklerini belirtirler. Sultan
Veled, sukût eder. Onun bu tutumunu, "sukût ikrardan gelir" şeklinde
yorumlayarak güzel bir türbe inşa ederler. Bu, eyvan tarzında tipik bir
Selçuklu türbesidir, üzeri yıldız tonozla örtülüdür. Doğu, Batı ve
Güneyi kapalı, kuzeyi açıktır. Cesedi, mahzendedir. Onu, üst kattaki
sanduka sembolize eder. Üzerine, Selçuklu ahşap sanatının muhteşem
örneklerinden olan görkemli bir sanduka yerleştirilir. Onun bu sandukası
günümüzde babasının üzerindedir. Sultan Veled 10 Recep 712 / 1312
tarihinde vefat edince, babasının sağ yanına defnedilmiştir.
Mahzen
hariç, mimar Bedreddin Tebrizi'nin yaptığı türbe hayli değişikliğe
uğramıştır. Günümüzde türbenin "Kubbe-i Hadra" (Yeşil Türbe) diye
anılmasını sağlayan yeşil çinilerle kaplı dilimli gövdeli ve külahlı
muhteşem gövde ilk türbenin üzerine Karamanoğlu Ali Bey (1357-1358)
tarafından yaptırılmıştır. (799 / 1396)
Mahzenin
gövde ayaklarının, kemerlerin, yıldız tonozlu örtünün ve bunu örten
içte kalmış olduğu kubbenin ilk yapıdan kalmış, diğer kısımlarının
mimari ve tezyini büyük değişiklikler gördüğünü bildiğimiz türbe, 25 m
yükseklikte. Sikkeli, hilalli, külah alemi, 2.72 m boyunda olup,
altınsuyu ile kaplıdır.
Mevlâna'nın
kabir ve türbesi, zaman içerisinde yakınlarının, dostlarının ve
müntesiplerinin kabirleri ile donatılarak Konya'nın en büyük
mezarlıklarından biri oluşmuştur. Ziyaretçilerin ihtiyacını karşılamak
üzere de hücreler inşa edilmiştir.Bu yapılanma yedi asrı aşan sürede
günümüzdeki muazzam ma'mureyi meydana getirmiştir.
DIŞKAPILARI:
Mevlâna
Âsitânesi'nin dört yönde birer dışkapısı vardır. Dervişân Kapısı
günümüzde ziyaretçilerin kullandığı batıdaki kapıdır. Dervişler buradan
girip çıktıkları için bu adı almıştır. Buradan,vaktiyle mezarlık olduğu
için "Hâmûşân" diye anılan geniş avluya geçilir. Hâmûşân Kapısı
güneydedir. Tarihî Türbe (Üçler) Mezarlığı'na açıldığı için bu adla
bilinir. Üzerinde Sultan II. Abdulhamid'in tuğrası mevcuttur. Pir Kapısı
doğudadır."Küstâhân Kapısı" diye anılır. Görülen lüzum üzerine
âsitâne'de kalması uygun bulunmayan veya bu hakkı kaybedenler bu kapıdan
yavaşça dışarıya buyur edilerek kendisine "seyyah" verilirdi. "Çelebi
Kapısı" kuzeydedir. Bu yönde bulunan konaklarda oturan Çelebiler
kullandığı için bu adı almıştır. 6225 m2 lik bir alana sahip bulunan
"Konya Mevlâna Âsitânesi" bu dış kapılarla çalışıyordu.
DERVİŞ HÜCRELERİ:
Küçük
odacıklar olan bu mekânlar, tarikat mensuplarına tahsis edilmiştir.
Sultanu'l Ulema'nın kabrinin teşkilinden itibaren gelmeye başlayan
ziyaretçilerin kalması için birkaç hücre yaptırıldığını biliyoruz.
Bugünküler Osmanlı dönemine aittir. Batıdakileri Kanunî Sultan Süleyman
tarafından yaptırılan bu özel mekânlar, zaman içerisinde bazı tamir,
tebdil ve tecdidlerle günümüzdeki şekil ve görevlerini almışlardır.
Sultan III. Murad'ın 992 / 1584 yılında diğer hücreleri inşa ve ilave
ettirdiğini kitabesinden öğreniyoruz.Hücrelerin toplam sayısı 18'dir.
"18" rakamı ise Mevlevilikte önemli, saygın ve sembolik bir sayı olup,
"Nezr-i Mevlâna " diye bilinir.
Derviş
Kapısı'ndan girerken sağ taraftaki hücreler, sırasyla: "Aşçı-başı
Efendiye", "Türbedar" a, "Tarikatçi Efendi'ye" ve zâbitana aitti.
Kuzeydeki hücrelerin gerisindeki bahçede görülen genişçe bina, "Çelebi
Dairesi" diye de anılan misafir-hânedir.
MEYDÂN-I ŞERİF:
Güney
batı köşede, mutfağın bitişiğindedir. Şimdi müdür odasıdır. 1867
yılında inşa edilen bu son derece önemli salonun tavanı motiflerle
süslüdür. Herkesin girmesi uygun olmayan bu mekanda "Postnişin
Hazretleri" ile davet ettiği şahıslar girebilirdi. Başta âsitâne olmak
üzere imparatorluğun dört bir yanına yayılmış bulunan, toplam sayıları
yüzü aşkın şubelerin işleri burada görüşülürdü. Yönetimle ilgili işler,
mükâfaat ve mücâzaat konuları bu mahrem ve saygın mekanda ele alınarak
karara bağlanırdı.
MUTFAK:
İki
tanedir. Biri eski mutfak olup, kuzeydeki bahçede, Çelebi dairesinin
yanındadır. İkincisi ise batıdaki avlunun güney batı köşesindedir.
Meydân-ı Şerif ile birkaç odacığa bitişiktir. Bodrumunda kiler bulunan
bu önemli yapı, tam teşekküllüdür. "Ocakbaşı", yemek yenen "Somatlık"
gibi, hizmetlilerin kaldığı "Canlar Odası" da buradadır.
"Mutfak"
hem aşın hem de tarikata girmek isteyen adayın kontrol edilip, ruhen
pişirildiği gözde mekândır. Mübârek tutulur. Adayın kendisini denemek
için belli bir süre kaldığı postun bulunduğu seki de mutfağın önemli
müştemilatındandır. Mutfağın en yetkili yöneticisi, son derecede önemli
makama sahip bulunan "Ateş-baz Velî" ünvanıyla anılan şahıstır. Adayın
kontrollerle liyakat derecesini o tayin ederek, kalıp kalmayacağını o
teklif eder idi. Onayı alana hücrede yer gösterilirdi. Dervişliğe kabul
edilen kişiye "Sema" talimleri de Somatlık'daki özel yerde yaptırılırdı.
ÇELEBİ DAİRESİ:
Güneyde,
Kıbâbu'l Aktâb'ın duvarına bitişik, Hâmuşân'a nâzır olarak sonradan
yapılmış, kârgir, camekânlı, genişçe mekândır. Meşhur "Niyaz Penceresi"
de burada kalmıştır. Dergah meşayihinin misafir ve görüşme salonu iken
günümüzde 'Mevlâna Müzesi İhtisas Kütüphânesi' olarak kullanılmaktadır.
KÜTÜPHÂNE:
Âsitânede
özel bir kütüphânenin tesisini, 1271 /1854 yılında Mehmed Said Hemdem
Çelebi gerçekleştirmiştir. Âsitâneye ait okunmak üzere alınmış olan ne
kadar eser varsa hepsini toplatarak bir araya getirtmiştir. Dervişlerde,
Çelebilerde, dolaplarda, sergenlerde, raflarda, hücrelerde bulunarak
derlenen bu nâdide eserlere özel kütüphânesini de bağışlayıp katan
Hemdem Çelebi böylece bir büyük hizmeti daha gerçekleştirmiştir.
MİSAFİRHÂNE:
Ma'murenin
kuzey batı tarafındaki bahçede bu yöndeki derviş hücrelerinin
arkasındadır. Tek katlı olup, dört oda ve bir de salondan meydana gelmiş
kârgir binadır. Postnişîn Efendi, cuma ve bayram tebriklerini burada
kabul ettiği için buraya "Şeyh Dairesi" denildiği de olmuştur.
AVLULAR:
Âsitâne'nin
Dört tarafı avluludur. Bunlar: I. 'Hadîkatu'l Ervah' (Ruhlar Bahçesi).
Batıdadır. Şadırvan ve havuz buradadır. II. 'Hâmuşân;' Güneydedir.
Ortasında küçük bir havuz vardır. Türbe mezarlık tarafında olduğu için
bu adı almıştır. III. 'Doğu Avlu:' Doğu taraftaki bu avluda şimdi mezar
taşları sergilenmektedir. IV. 'Kuzey Avlu:' Bu tarafta yer alan gül
bahçesinden ingin bir duvarla ayrılmış durumdadır. "Çelebiler Kapısı" ve
"Valideler Mezarlığı" buradadır.
Avluların
hepsi de önceleri ünlü Mevlevîlerin gömüldükleri mezarlık durumunda
idiler. 1927 yılında müze olarak yapılan düzenlemeler sırasında, taşları
doğu avluya nakledilerek buralar, bahçe haline getirilmişlerdir. Hürrem
Paşa, Sinan Paşa, Hasan Paşa, Fatma Hatun ve Mehmet Bey Türbeleri de
avlularda yer alan Osmanlı eserlerindendir.
ŞEB'İ ARÛS HAVUZU:
Batı
avluda, mutfak ve Meydan-ı Şerif'in önündedir. Eski takvimle,
Mevlâna'nın vefatının yaz mevsimine rastladığı yıl dönümlerinde törenler
bu havuzun çevresinde yapılırdı.
ŞADIRVAN:
Batıdaki
avlu olan Hadîkatu'l Ervah'da bulunmaktadır. Ortasındaki yekpâre mermer
havuz, Ulu Arif Çelebi'ye, Kütahya'dan hediye olarak gönderilmiş olup,
şadırvanın yapımında buraya yerleştirilmiştir. Su, Yavuz Sultan Selim
tarafından getirilmiştir. Buna dair kitabesi güneydedir. Onarımlar
görmüştür.Üzeri sayvanla örtülüdür.
SELSEBİL:
Batıdaki avluda, bu yöndeki derviş hücrelerinin önündedir. Hemdem Said Çelebi tarafından yaptırılmıştır.
TİLÂVET ODASI:
Türbe
ve mezarların bulunduğu kapalı mekânlara girişi sağlayan odadır. "Okuma
Odası" olarak kullanılmıştır. Günümüzde Osmanlı döneminin ünlü
hattatlarının nâdide eserleri, Harem-i Şerif maketi, kündekâri kapak
gibi müzelik eşyalar sergilenmektedir. Buradan "Gümüş Kapı" ile
"Kademât-ı Pir" denilen mekana geçilir. Mevlevi kültüründe önemli yeri
olan "Gümüş Kapı" Sokulu Mehmet Paşanın oğlu Hasan Paşa tarafından 1008 /
1599 yılında hediye edilmiştir. Hat ve tezyinatla bezelidir.
KADEMÂT-I PÎR:
Gümüş
kapıdan doğuya doğru, Mevlâna'nın türbesi önüne kadar uzanan mekândır,
Güneyinde, paralel olarak "Kibabu-l Aktab" yer alır. Kuzeyinde mescid,
Horasan erleri ve semahâne bulunmaktadır. Üzeri üç kubbe ile örtülüdür.
"Dahil-i Uşşâk" diye de bilinir. Mevlâna'nın türbesinin önündeki Post
Kubbesinin altında sona erer.
KIBÂBU'L AKTÂB:
"Kutupların
Kubbeleri" anlamına gelen bu mekân, Mevlâna yakınlarının ve ünlü
Mevlevîlerin sandukalarının bulunduğu yer olup genişçe iki kubbe ile
örtülüdür. Duvarları hat ve motiflerle süslenmiştir.
GÜMÜŞ KAFES:
Kuzeyi
açık eyvan tarzındaki Mevlâna türbesinin bu yönünde bulunur. İki fil
ayağının arasındaki mermer şebekelerin ortasındadır. Gümüşle kaplı
olduğu için bu adı almıştır.Önünde "Gümüş Eşik" ve "Gümüş Basamaklar"
(Mirâc-ı Sîm-pâye) bulunmaktadır. Bunların altında, türbenin mahzenine
inişi sağlayan merdiven varsa da mahzen kapısı örülü durumdadır.
Mevlevilerce
son derecede önemli olan "Gümüş Kafes", Maraş Mir-i Mírânı Mahmud Paşa
tarafından, kalem-kâr İlyas'a yaptırılmıştır. Son derecede zarif ve
gayet sanatlı olarak meydana getirilmiş olan bu eserin üzerinde, şair
Mâni'nin 32 beyitlik Türkçe manzumesi yazılıdır.Yazı, Mirza Ali'ye
aittir.
ÇERAĞ KAPISI:
Gümüş
Kapı'dan, Dâhil-i Uşşâk'a girilince solda vaktiyle kandil, şamdan ve
mumların bulundurulduğu yerde olduğu için bu adı almıştır. Mescid'e
açılır.
MESCİD:
Dahil-i
Uşşâk'ın kuzeyindedir. Semahâne ile müşterek yapılmıştır. Her ikisi de
Kanuni Sultan Süleyman zamanına tarihlenir. Üzeri yüksek geniş ve ferah
bir kubbeyle örtülüdür. Mermer kürsüsü, mihrabı, kârgir müezzin mahfili
dikkati çekecek zerafettedir. Günümüzde Sakal-ı Şerif, nâdide yazma
eserler ve müzelik değeri büyük olan eşyalar sergilenmektedir.
SEMAHÂNE:
Mescidin
doğu bitişiğimdedir. Mimari yönden Kânuni Devri özelliklerini taşır.
Üzeri geniş ve ferah bir kubbeyle örtülü olup, altında bulunan geniş
mekân semâ yapılan Meydan-ı Şerif'tir. Doğu ve kuzeyinde Sultan II.
Abdülhamit'in inşa ettirdiği (1306/1881) iki katlı mahfiller yer
almıştır. Bunların alt katı mutribân heyetine ve misafirlere; üst kat
ise hanımlara aittir. Güneyinde "Naathân Mevkii" görülür.
Semahâne
ve mescidin kubbe ve duvarlarında yer alan sıra ve pencereler içeriye
ferah bir görüntü kazandırırlar. "Şeriat" ve "Tarikat" sembolleri olan
bu iki mekânın arasında ingin bir süs duvarı mevcuttur. Bunun süslü, az
yüksek ve kapılı olması, "Şeriat" ile "Tarikat" birliğini ve
beraberliğini de sembolize eder gibidir.
Her
iki mekândaki vitrinlerde Mevlâna yakınları ve Mevlevîlere ait nâdide
eşyalar, folklorik, etnografik malzemeler sergilenmektedir. Müze
olduktan sonra buraya armağan edilen değerli objeler de vitrinlerde
alâka ile seyredilmektedir.
DİĞER YAPILAR:
Mevlâna
Âsitânesine yedi yüz yıllık tarihi içerisinde bir çok sosyal, dînî ve
kültürel yapılar eklenmiştir. Türbe (Kürkçüler) Hamamı, Selimiye Camii,
İmâret, Yusuf Ağa Kütüphânesi, Muvakkıthâne, Türbe (Sultan Veled)
Medresesi bunlardandır. Bir kısmı son yarım asır içerisinde maalesef
kaybolmuştur.
Başta "Âsitâne"
olmak üzere bütün Mevlevihâneler, bol gelirli,zengin vakıflarla yönetile
gelmişlerdir. "Celaliye Evkafı" adıyla bilinen bu vakıfların her türlü
ihtiyaca cevap veren gelirleri sayesinde Mevlevilik ve Mevlevihâneler,
gayrinin yardım, destek, dolasıyısıyla baskı ve tekliflerine konu
olmadan görevlerini ifâ ve icrâ etme imkanıyla yaşamışlardır.
Konya
Mevlâna Âsitânesi, İcra Vekilleri Heyeti'nin 2 Eylül 1341 /1922 tarihli
kararıyla, diğer tekke, dergah ve zaviyeler gibi seddedilmiştir. Aradan
fazla zaman geçmeden, Mevlâna Âsitânesi'nin "Âsâr-ı Atika Müzesi"
haline getirilmesi uygun görülmüştür. Gerekli düzenlemelerden sonra
Âstâne, 2 Mart 1927 tarihinde "müze" olarak merasimle ziyarete
açılmıştır.Bu gün yurdumuzun Topkapı Sarayı'ndan sonra en çok
ziyaretçisi olan müzesidir.