6 Ekim 2016 Perşembe

10 ARALIK 2016 KONYA ŞEB-İ ARUS PROGRAMI

KONYA ŞEB-İ ARUS TÖRENLERİ TURU

GÜNÜBİRLİK | Tüm Tarihleri Göster

10 ARALIK 2016  /CUMARTESİ

GRUPLARA ÖZEL İNDİRİM!
140,00 TL
Kişi başı fiyatı
  • Araç İçi İkramlarAraç İçi İkramlar
  • Araçta Kahvaltılık İkramAraçta Kahvaltılık İkram
  • Gruplara Özel İndirimlerGruplara Özel İndirimler
  • Lüks Araçlar İle UlaşımLüks Araçlar İle Ulaşım
  • Profesyonel Tur RehberiProfesyonel Tur Rehberi
  • Restaurantta Öğle YemeğiRestaurantta Öğle Yemeği
  • Tören Bileti DahilTören Bileti Dahil


Sabah saat 07:00’da Sıhhiye Sezenler Sokak Atatürk Lisesi önünde buluşma ve Konya’ya hareket. Yol güzergahımızda gerekli molalarımızı verdikten sonra Mevlana’nın büyük aşkına, yaradana kavuştuğu için düğün gecesi olarak nitelendirdiği Mevlevi felsefesini yaşadığı yerde tanımak için Konya gezisine başlıyoruz.

Mevlana Hazretleri ve babası Sultan-ül Ulema Bahaddin Veled'in bulunduğu Hz.Mevlana Müzesi, Mevlevi Giysileri, Müzik Aletleri, Sofra Düzeni, Mevlevi Dergahı gezilerini tamamlayıp öğle yemeğimizi alıyoruz. Öğle yemeği sonrasında Hz. Mevlana’nın 743. Vuslat Yıl Dönümü Anma Törenleri ve Sema Gösterilerini izliyoruz. (Açılış Konuşması - Türk Tasavvuf Müziği - Sema Ayini). Tören sonrasında 1.Alaeddin Keykubat'ın tamamladığı Alaeddin tepesi üzerindeki Alaaddin Camii’nin görülmesi ardından Anadolu Selçuklu devri çini işçiliğinde önemli yeri bulunan, Mevlana Celaleddin Rumi ile Hocası Şems-i Tebrizi’nin ders verdikleri Karatay Medresesi (Çini Eserler) Müzesini ziyaret ediyoruz.Alış-veriş için vereceğimiz serbest zaman ardından belirlenen saatte toplanma ve dönüş yolculuğumuz için Ankara’ya hareket ediyoruz. 
Gerekli molalarımız ve neşeli yolculuğumuz sonrasında Ankara'ya varış.

    Mevlânâ’nın ölüm gününün hatırası olarak yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir. İkindi vaktinden sonra Kur’an okumak ve Aynü’l-Cem’ yapılmak sûretiyle icra edilen bu merasimin gecesine aynı zamanda “Leyletü’l-Arûs” da denilir. Şeb, Farsça; Leyle, Arapça “gece” demek olduğu için tabirlerin ikisi de aynı manâya delâlet etmektedir.
    Mevlânâ Celaleddin ölüm gününü “Hakk’a vuslat”, “Düğün günü” saymıştır.
    Bilindiği gibi, Mevlâna (hicrî 672) miladî 17 Aralık 1273’de Pazar günü akşam üstü güneş gözden kaybolup, Konya ufuklarını kızıla boyarken bu âlemden can ve bekâ âlemine göç etmiştir. Mevlânâ ölümünü gerdek gecesi “Şeb-i Arûs” “Sevgiliye kavuşma” günü olarak kabullenmişti. Şeb-i Arûs, fedakârlıkla başlar, ölüm boyunca devam eder, öbür âleme kavuşmakla tamamlanır.
    Mevlânâ, “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama, arif kişilerin gönlündedir. Bizim mezarımız. Burada ölüm (olarak) tezahür ediyorsa da orada doğumdur” der. Yine Rabbine, “Ölmek şeker gibi tatlı bir şey, canı sen aldıktan sonra seninle olunca da tatlı candan da tatlıdır, ölüm” şeklinde seslenir. Böylelikle ölüme bir başka açı kazandırır.
    Gerçekte iki türlü ölüm vardır. Birincisi, nefsi (egoyu) feda ederek oluşan “manevî ölüm”. Yani Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Ölmeden evvel ölünüz” emrince “Hak’ta yok olmak” anlamındadır. Bu ölüme, “ilk vuslat” adını da verebiliriz. İkinci ölüm ise, “fizikî ölüm”dür. Bugüne kadar, Şeb-i Arûs olarak kabul ettiğimiz, canın beden kafesinden kurtularak aslına döndüğü, katrenin denize, can ummanına erdiği an. Ki bu an “vuslat gecesi” olarak isimlendiriliyor.
    Mevlânâ’da Vuslat Anlayışı
    Mevlânâ, “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” der. Kendinin ölüm ve vuslat anlayışını, Kur’an-ı Kerim’in bir âyetinin ışığı altında tetkik edip anlamak mümkündür:
    “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra ancak bize döndürüleceksiniz” (el-Ankebût, 29/57).
    Âyette geçen “dönmek” kelimesi, Allah’a kavuşulacağını, “vuslatı” açık bir ifadeyle “müjdelemekte”dir. Bu müjdeyi benimseyen, ona sımsıkı sarılan Mevlânâ, ölümü bir ayrılık değil, bir vuslat olarak kabul eder.
    Mevlânâ’nın ölüm anlayışına gelince; “Bir devir sistemi içinde hayatın anlamı, ruhun ölümsüzlüğü ve Allah’a, vuslatın yolu ölümden geçmektedir” tarifiyle zemin kazanır ve Mevlânâ’da ölüm, “Mutlak ve ölümsüz Varlık’a veya diğer ifadeyle “asla” bir rücû hareketi ile” zirveye ulaşır.
    Mevlânâ, ölümü kişinin aslına dönüşü veya menşein ilâhi bir cevher olması hasebiyle “Allah’a dönüş” olarak telâkki eder.,
    Bir başka ifadeyle ölüm, “Cismin ortadan kalkması değil, Allah’a doğru uçmasıdır.”
    Mevlânâ bu hususu şöyle ifade eder:
    “Bizi Elest harabatından getirdiler. Coşmuş, dağılmış ve kendinden geçmiş olarak getirdiler. Yine harabat tarafına çekecekler. (Bizi) yoktan var ettikleri için” (Mevlânâ, Rubaiyyat, 672/1 14).
    “Hele ölümden bir kurtulsun, kurtuluşa ulaşın; çünkü sevgiliyi görmek âb-ı hayattır.”
    “Çünkü tiksinmek, kötü gelmek ortadan kalkarsa o ölüm, ölüm değildir ki. Görünüşte ölümdür, gerçekteyse göçüş”


                                          Önce Müze Bölümlerini Tanıyalım
    DERVİŞÂN KAPISI

    Dergâhın batısında yer alır. Basık kemeri ve kapının iki yanında yer alan söveleri mermerdendir. Kapı ahşaptan olup çift kanatlıdır. Kapı kanatlarının üzerlerinde, iki adet bronzdan yapılmış kapı tokmağı yer almaktadır.

    Kapıya ana giriş kapısı olması yanında, dervişlerinde girip çıktıkları kapı olduğu için DERVİŞÂN KAPISI denilmiştir.

    Kapının üzerinde kurşunla kaplanılmış bir saçak yer almaktadır. Saçakla kapının mermerden yapılmış basık kemerinin arasında, 1926 yılma kadar Derviş Hücreleri'nin H.992-M.1584 tarihli yapılış kitabesi yer almakta imiş. Müze envanterinin 980 numarasında kayıtlı olan bu kitabe, halen Hâmûşân kapısının önündeki "Kitabeler Bölümünde"sergilenmektedir.

    Kapıdan sonra iki kubbeli geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye girilmektedir.


    ÇELEBİYÂN KAPISI

    5 Ocak 1231 tarihinde vefat eden Sültânü'l-Ûlema Bahaeddin Veledin ölümünden, hele 17 Aralık 1273 tarihinde vefat eden Mevlâna'nın, "Sultanların Gül Bahçesi diye bilinen yere defninden sonra bu yer, yavaş yavaş mevlevîlerin ve Mevlânâ'nın soyundan gelenlerin defnedildiği bir mezarlık haline dönüşmeye, bir yandan da yeni yeni yapılan binalar ve ilavelerle, Dergâh büyümeye başlamıştır.


    Bu gelişme, çevreyi de cazip hale getirmiştir. Özellikle XV7. y.y.'dan itibaren, Mevlânâ'nın soyundan gelenlerin ev ve konakları bu çevrede yer almaya başlamıştır. Dergâhın güneybatısına yapılan Türbe Hamamı, Derviş Hücrelerine bitişik yapılan Sultan Veled Medresesi, Dergâhın çevresine adeta bir küçük şehir görünümü kazandırmış ve türbe önü diye şöhret bulmuştur. Buna bağlı olarak, Dergâhın kuzeyinde sokaklar ve mahalleler oluşmuştur. Bu mahallelere de Çelebi Sokağı, Çelebi Mahallesi gibi isimler verilmiştir.

    Bilindiği gibi Mevlânâ'nın erkek tarafından gelme Erkek evlatlarına "ÇELEBİ", hanım tarafından gelme evlatlarına da "ÜNAS ÇELEBİ" denilmektedir. Çelebi Mahallesinden Dergâha gelmek isteyenler, evlerinden tarafta olduğu için doğal olarak Dergâhın kuzey-batı yönünde yer alan bu kapısını tercih etmişlerdir. İşte bu nedenle bu kapıya, ÇELEBİYÂN KAPISI ismi verilmiştir.

    Kapı Kültür Bakanlığının gönderdiği ödenek ile, 1997 yılında restore edilmiştir.


    PİR VEYA KÜSTÂHÂN KAPISI

    Dergâhın kuzey-doğu köşesinde yer alır. Basık kemeri ve kapı söveleri mermerdendir. Kapının eski halini ve kapısının şeklinin nasıl olduğunu bilmiyorduk. Bu kapıyı da 1991 yılında müze ihata duvarlarında yapılan restorasyon ve onarım çalışmaları sırasında, sıva altından çıkarttık.

    Dergâhın eski planlarında, burada bulunan kapının isminin "PİR KAPISI" olduğu yazılıdır. Mevlânâ'nın 21. kuşaktan evlâdı rahmetli Celâlettin Çelebi, bu kapının adının "Küstâhân Kapısı" olduğunu söyledi. Nedenini de şöylece izah etti: "Hatalar zincirine devam eden ve bu nedenle Dergâhtan uzaklaştırma cezası atan dervişler, akşam ezanından sonra bu kapıdan çıkartılırdı. Bu nedenle bu kapıya, "KÜSTÂHÂN KAPISI" adı verilmiştir" dediler.












    HÂMÛŞÂN KAPISI

    Mevleviler, mezarlıklara aslı Farsça bir kelime olan Hâmûş'dan gelen susanlar yurdu ve susmuşlar anlamına gelen Hâmûşâne veya Hâmûşan derlerdi. Geçmişte bu kapı, kapının hemen önünden başlayan üçler mezarlığına açıldığı için, "Hâmûşân Kapısı" denilmiş olmalıdır. Kapının üzerinde II.Abdüihamid'in mermer üzerine işlenmiş tuğrası yer almaktadır.



    Geçmişte Üçler Mezarlığı adı ile tanınan mezarlık, dergâhın güney İhata duvarının bitişiğine kadar gelmekte imiş. Tarihini bilmediğimiz bir zamanda, bu mezarlığın içinden doğu batı yönünde, dergâhın ihata duvarına paralel dar ince bir yol açılmış. Böylece yol Üçler Mezarlığını ikiye bölmüş. Dergâhın Hâmûşân Kapısının hemen önünden başlayan, batıya doğru uzayıp, Selimiye Camii'nin yanında biten mezarlığın 122 m'lik bu küçük parçasına, eski haritalardan anlaşıldığına göre "Metruk Mezarlık"(Harap Mezarlık) denilmiş. Bir müddet sonra mezarlığın bu küçük parçası da kaldırılmış. Mezarlığın bu küçük parçasında yer alan Konyalı meşhur Şair Şem'î nin mezarına ait baş, ayak ve yan taşları, müzeye götürülerek muhafaza altına alınmış.




    Türbe >Bölümleri
    Dâhili Uşşak

    Kısaca Huzûr-ı Pîr de denilen Dâhil-i Uşşak, 7x26 m ebatlarında, batıdan doğuya doğru uzanan dikdörtgen şeklinde bir salondur.
    Salonun batısında Tilâvet Odası, kuzeyinde sırası ile Mescid girişinde yer alan Çerağ Kapısı, ikili ve dörtlü Horasan Erleri ile Semahane girişi yer alır. Salonun doğusu ve güneyi, Kıbâbü'l Aktâb (Kutupların Kubbeleri) denilen, Mevlânâ'nın, soyundan gelenlerin ve Mevlevi büyüklerinin mezarlarının bulunduğu bölümle çevrelenir.
    Salonun güneyinde ve kuzeyinde, üçer adet sütun bulunmaktadır. Sütunlardan kuzeyde olanlar Semahane ve Mescid ile, güneyde olanları ise Kıbâbü'l-Aktâb ile ortak sütunlardır. Kuzeyde bulunan üç sütundan ikisi aynı zamanda Post Kubbesi'nin sütunları olduğu için, Beylikler Devrinde yapılmıştır, güneyde yer alan üç sütundan ikisi ise aynı zamanda Kubbe-i Hadrâ'nın sütunları olduğu için, 1274 yılında yapılmıştır diye tarihleyebiliyoruz.
    Dâhil-i Uşşak ile Semahane ve Mescid arasında üç adet ortak sütuna, Semahane ve Mescid XV7. yüzyılda yapılırken, birazda statik kaygılarla kesme taştan takviyeler yapılmıştır Semahane ve Mescid ile Dâhil-i Uşşak arasında bulunan kemerlerin, ortak değil ayrı ayrı oluşuna dayanarak, "Dâhil-i Uşşak bölümündeki iki küçük kubbe ile, Kibâbü'l Aktâb bölümünde bulunan dört küçük kubbenin XVI. yy'dan önce yapılmış olduklarını, ancak Semahane ve Mescidin XVI. yy'da yeniden yapımı sırasında büyük ölçüde elden geçirildiğini ve tadilata uğratıldığını"söyleyebiliriz.
    Dâhil-i Uşşâk'da bulunan 6 sütun üzerinde üç adet küçük kubbe yer alır. Kubbelerden sütunlara iniş, sivri kemerlerle olmaktadır Sivri kemerler birbirlerine kalın ahşap gergiler ile bağlanmıştır Burada bulunan üç küçük kubbeden ikisinin üzerinde bulunan 8 adet dairevi madalyonun içine, Celî Hatla, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin, ikinci kubbeye ise Allah, Muhammed, Ebubekr ve Ömer yazılmıştır.
    Üçüncü küçük kubbe Beylikler Döneminde yaptımıştır. Ortasında ayrıca Aydınlık Feneri de bulunan kubbe, mukarnaslı ve tonozludur. Bu kubbeye "Post Kubbesi" de denilmektedir. 1982-87 yılları arasında yapılan onarım ve restorasyon araştırmaları sırasında, kubbe sıva ve badanalarının ve XX. yy'ın başlarında yapıldığını tahmin ettiğimiz rokoko süs ve motiflerin altından lale ve çeşitli stilize bitki motifleri çıkmıştır Çıkan bu motifler XVI. yy'a tarihlenmiştir
    Post Kubbesi, Kubbe-i Hadrâ'nın kuzey bitişiğinde yer aldığı ve aynı zamanda altında Gümüş Eşik ve Gümüş Kafesde bulunduğu için, buraya "Kademât-ı Pır" (Pîr'in makamları) ve "Huzûr-ı Pir" (Pîr'in huzuru) de denilmiştir.
    Post kubbesinde bazılarına göre Paşabahçe cam fabrikasının ilk mamulatlarından olan, bazılarına göre ise Bohemya Kristali olan büyük bir avize asılıdır Avizenin içindeki 3 cm çapında ve 6 cm uzunluğundaki gümüş boru üzerinde yazılı olan, "Cenâb-ı Hazret-i Mevlâ'nın bendesi Sahib'in hediye-i nâçizânesidir. Sene 1327. Receb-i Şerif Yevm Pazarirtesi" kaydından, avizenin 1327 H -1911 M yılında. Sahip tarafından hediye edildiğini anlaşılmaktadır.
    Dâhil-i Uşşak bölümünün güneyinde, birisi Kubbe-i Hadrâ'nın kuzey-batı köşesinde bulunan fil ayağının (sütun) üzerinde, diğeri ise Dâhil-i Uşşak ile Kıbâbü'l Aktâb bölümleri arasındaki Çelebi Hüsameddîn'in sandukasının hemen önünde yer alan sütunun üzerinde olmak üzere, iki adet mihrap vardır.
    I. Mihrap Kubbe-i Hadrâ'nın kuzey-batı köşesindeki sütunun içerisine oyularak yapılmıştır.
    Mihrap nişi beş köşelidir Alınlığı yine beş sıra mukarnas dizisiyle kademelendirilmiştir. Mihrap nişinin iki yanında yer alan sütunçelerin üzeri, zikzak motifleriyle bezenmiştir. Mihrap alınlığının iki yanma birer buket çiçek resmedilmiştir. Mihrabın diğer bölümleri, stilize, nebatî ve geometrik motiflerle süslenilmiştir. Mihrabın hemen üzerinde ise, kırmızı zeminli çerçeve içinde alçı kabartma olarak yapılmış, sonra altın yaldızla boyanılmış, "Kelime-i Tevhid" yazısına yer verilmiştir.
    II. Mihrap , Çelebi Hüsameddin'in önündeki sütunun üzerine, gri ve ak mermer kullanılarak yapılmıştır.

     Mihrabın almlığındaki orta boşluğa ak mermer yerleştirilmiş, iki yanma ise birer adet dilimli sütünce yapılmıştır Mihrabın alınlığında Kur'ân-ı Kerîm'in (Buraya giren güven bulur) Âyeti kerimesine yer verilmiştir.
    Dâhil-i Uşşak Bölümünün batı duvarı üzerinde bulunan yarım daire şekilli "Alçı Pencere" de, 1982-87 yılları arasında yapılan onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkartıldı. Onarım sırasında duvar üzerindeki sıva altından tuğla ile örülmüş bir pencere yeri ortaya çıktı. Tuğla örgüler kaldırılınca, bir pencere boşluğu, pencere boşluğunun içinden de, eskiden "Burada bulunan eski pencerelere ait iki ayrı kalınlıkta alçı pencere parçalarına" rastlanıldı. Bu parçalardan yola çıkarak rahmetli mimar ve sanat tarihçisi Prof. Dr Yılmaz Önge tarafından alçı pencerenin projesi çizildi. Ustamız Mustafa Baytal tarafından da, alçı pencere yapılarak yerine monte edildi. Böylece pencere orjinal görünümüne kavuştu.
    Dahili Uşşak
     Horosan Erleri
    Kademât-ı Pir (Pîr'in mertebeleri), Huzûr-ı Pir (Pir'in huzuru) veya Dâhil-i Uşşak (Aşıkların içi) diye bilinen koridorun, Semahane girişi ile, Mescid girişinde yer alan "Çerağ Kapısı" arasındaki kalan bölümü, yerden 60 cm yükseltilerek seki haline getirilmiş ve iki ayrı bölüm halinde Horasan Erleri'ne ayrılmıştır.

    Birinci bölüm 150x475cm, ikinci bölüm ise 150x450cm ebatlarındadır. Birinci bölümde iki, ikinci bölümde ise dört adet üzerleri işlemeli örtüler ile örtülmüş sandukalı mezar vardır. Bu sandukalı mezarlara defn edilenlerin kimlikleri belli değildir. Ancak Mevlânâ ve babası ile birlikte Horasan'ın Belh şehrinden göçüp gelen erenlerden oldukları söylenilir.

     Bu nedenle de kendilerine, "HORASAN ERENLERİ" ismi verilmiş, zamanla bu isim söyleniliş kolaylığı nedeniyle, "HORASAN ERLERİ"ne dönüşmüştür.
    Horasan Erleri'nin yer aldığı iki bölümde, kuzey yönünde yer alan Mescid Bölümü'nden önce, altta üzeri oyma motifli 160 cm yüksekliğinde ve 18 cm kalınlığında kesme taş duvarla ayrılmıştır. Sonra duvarların üzerine 105 cm yüksekliğinde çeşitli ebatlardaki içleri çıta işçilikli kafes görünümü verilmiş, çerçeveler konulmuştur
    Birinci bölümde ikili Horasan Erleri'nin ayak ucunda, ilhanlı Hükümdarı'nın yaptırdığı "Nisan Tası" teşhir edilirken, duvarlarda da değerli hattatların levhaları yer almaktadır. Horasan Erleri'nin yukarısında bulunan zincirlerde ise, hepsi birer şaheser olan cam, telkari ve dökme işçilikli kandiller sergilenmektedir.
    NİŞAN TASI
    Müze Envanteri'nin 384 no'suna kayıtlı olan "Nisan Tası" üzerindeki kitabesine göre İlhanlı Hükümdarı Ebû Sa'id Bahâdır Han tarafından Musul'da yaptırılmış ve Emir Sungur Ağa'nın aracılığı ile, 734 H -1333 M. yılında Mevlânâ Dergâhına hediye edilmiştir.

    Nisan Tası 33.375 kg. ağırlığında ve 135 cm yüksekliğindedir. Bakırdan yapılmıştır. Kapak, gövde, bilezik ve kaide olmak üzere dört parçadan ibarettir Kapağın üzerinde, kuyruğu kırılmış olan bir horoz heykeli yer alır.
    Kapak ve gövdede, Ebû Sa'îd Bahâdır Han için kûfî hât ile yazılmış övgü dolu şiirler vardır Ayrıca bedende yer alan 6 adet pano üzerinde, altın ve gümüş kakma sanatı ile yapılmış geometrik ve nebatî motiflere, başta ördek, kuş, kurt, keçi, tavşan, at, tazı gibi av hayvanları ve av sahneleri yanında, bazı tarihi olaylara, hükümdar, elçi ve cariyelerden oluşan toplantı ve eğlence motiflerine yer verilmiştir
    Mevlânâ Müzesi'nin 1941-1954 yılları arasında müdürlüğünü yapmış olan M.Zeki Oral, 1954 yılında yazdığı ve T.T. Kurumunca bastırılan "NİSAN TASI" adlı kitapçığında, "NisanTası'nın kullanımı ve yeri" konusunda şöyle diyor:

    NİSAN TASININ ADI
    İhtiyar Mevlevilerin anlatışlarına göre Nisan Tası, Dergâh içinde ve Horasan Erleri kabirlerinin ayak ucunda, yani bugün methalden mescide geçilen kapının yanındaki, yüksekçe yerin nihayetinde bulunurdu.

    Nisan yağmuru milli gelenek halinde uğurlu sayıldığı gibi, mevleviler de pek mübarek tutarlardı. Dergâhta bu yağmurdan, büyük kazanlara bol miktarda toplanır, üzerine dualar okunur. Çelebi evlerine ve büyük memurlara dağıtılırdı. Halktan isteyenlere de verirlerdi. Nisan Tasına toplanan suya, Hazreti Mevlânâ'nın sarığının ucu, taylasanı batırıldığı için destar suyu da denilirdi. Suyun iç sıkıntılarını gidermek için, şifa niyetine verildiği gibi, tarlalara bereket için saçıldığı da olurdu. İşte bu güzel eserin içine Nisan yağmuru konduğu için, adına Nisan Tası denilmiştir.
    Huzur-i Pir:
    Gümüş kapıdan bizim kısaca "Huzur" dediğimiz, 28.10X13.70 m ebatlarındaki dikdörtgen şeklindeki yaklaşık 350 m2'lik bir mekâna girilir.

    Bu mekânda başta külliyenin ilk yapısı olan Kubbe-i Hadrâ, Mevlânâ'nın, aile efradının ve mevlevî büyüklerininde mezarlarının bulunduğu Kıbâbü'l-Aktâb ue Post Kubbesi'nin de içinde bulunduğu Dâhil-i Uşşak bölümü ile, ikili ve dörtlü Horasan Erleri'nin mezarları yer almaktadır Tabi bu büyük mekân, mimarî özellikleri bir yana, levhalarla, örtülerle, kandillerle, hatlarla süslenmiş durumdadır.
    Huzûr-ı Pir Bölümü 6 parçadan oluşur:

    1. Dahil-i Uşşak
    2. 2'li Horasan Erleri
    3. 4'lü Horasan Erleri
    4. Kibâbü'l Aktâb'ın batı bölümü (1)
    5. Kibâbü'l Aktâb'ın doğu bölümü (2)
    6. Kubbe-i Hadrâ
    Kubbe-i Hadrâ


    Mevlânâ'nın Türbesi külliyenin ilk ve en önemli yapısıdır. Mevlânâ 17. Aralık. 1273 tarihinde vefat edince, babası Sultanü'l-Ulemâ Bahaeddin Veledin baş ucuna defnedildi

    .
    Mevlânâ'yı sevenlerden Alâmeddin Kayser, Mevlânâ'nın oğlu Sultan Velede müracaat ederek "Mevlânâ'nın üzerine bir türbe yaptırmak istediğini" söyledi. Sultan Veled, babası Mevlânanın kabri üzerine türbe yapımına karşı çıkmadı. Bu fikir Gıyaseddin Keyhüsrev'in kızı ve Müineddin Pervane'nin kızı Gürcü Hatun tarafından da desteklendi. Kendisi de 80 bin dirhem verdi. Ayrıca Kayserin malından da 50 bin dirhem tahsis etti. Türbenin yapımına Tebrizli Mimar Bedreddin'in denetimde başlanıldı ve 160 bin dirhem harcanılarak türbe tamamlandı.,
    Türbenin yapımı yaklaşık bir yıl sürdü. Türbe 1274 yılında, dört adet fil ayağı denilen kalın sütun üzerine, yalnızca güney yönü kapalı olmak üzere tamamlandı, içi alçı kabartmalarla süslenen türbenin, dışardaki 16 dilimli külahı, "Turkuaz renkli çinilerle" kaplandığı için, türbe "Kubbe-i Hadrâ" (Yeşil Türbe) ismini aldı.
    Bugünkü 16 dilimli gövde ve külahının Karamanoğlu Alaeddin Bey tarafından yapıldığını, Şikârînin Karamanoğlu Tarihinden öğreniyoruz. Dış görünüşü ile silindir şeklinde inşa edilen türbenin gövdesi, dikey ve bombeli olarak 16 dilime bölünmüş, üzerine koni şeklinde yine 16 dilimli bir sivri külah oturtulmuştur. Yeşil Türbe'nin çinileri 1963 yılında Kütahya'da yaptırılmıştır. Gövde ile sivri külah arasına, gövdeyi çepe çevre çevreleyen bir şerit halinde, sülüs hatla Âyete'l-Kursî yazılmıştır.
    Türbenin sivri külahı üzerine ise, içinde sikke motifi de bulunan bir alem, 8 mikron altınla kaplanarak konulmuştur. Türbenin yapım kitabesi yoktur.
    Türbe Selçuklu tipindedir Mevlânâ ve oğlu Sultan Veledin cesetlerinin defnedildiği mahzenin-(kriptanın) giriş merdivenleri, türbenin kuzeyindedir Merdivenlerin sonunda mahzende yer alan kriptanın kapısı, önüne yapılan bir duvarla kapatılmıştır Bu nedenle kriptanın ve giriş kapısının mimarî özellikleri hakkında bilgi veremiyoruz.
    Dört adet fil ayağı denilen kaim sütun üzerinde yükselen türbenin, yalnızca güney yönünde bir duvar vardır. Türbenin duvarı, sütunları, kemerleri ve yıldız tonozlu üst örtüsü, mala-kârî tarzında alçı üzerine kırmızı, yeşil, mavi ve altın yaldızlı kalem işi süslemelere sahiptir. Burada bulunan süslemelerde, simetriye yer verilmiş, geometrik, bitkisel ve hattı motifler bir arada kullanılmıştır. Motifleri Selçuklular, Beylikler, Osmanlılar, hatta Cumhuriyet devrinde zaman zaman elden geçirilmiştir.
    Türbede bulunan son süslemelerin kitabesi, Türbenin güney duvarı üzerindedir Celî Sülüs Hatla kabartma olarak yazılan kitabenin türkçesi şöyledir;
    "Yeşil Kubbe, Mehmet Han'ın oğlu, kendisinden yardım talep edilen, Allah tarafından saltanatı teyit edilen Sultan Bayezid'in hükümdarlığı zamanında, zayıf kulu, Halepli Mehmet oğlu Mevlevi Abdurrahman eliyle nakşedilmiştir."
    Kitabeden de anlaşıldığı gibi nakışlar, II. Bayezid devrinde Halepli sanatkâr Abdurrahman tarafından yapılmıştır.
    Türbenin güney duvarı üzerinde yer alan alçı pencerenin üzerinde ve iki yanında servi, hurma ve nar ağaçları ile yapılan "Cennet Teması", devrinin tüm özelliklerini göstermektedir.
    Mevlânâ Müzesi'nin nakkaş, oymacı, müzehhip ve hattat olan ilk müze müdürü M. Yusuf Akyurt, (1926-1941) 1933 tarihli bir raporunda;
    "1933 senesinde müzenin bazı aksamı evkafça tamir olduğu sırada, Yeşil Kubbe'nin şimalî- garbi tarafında köşede 3.5 metro tol ve 2.75 metro enindeki nakışları ve sıvaları kamilen dökülmüş ve bu sahadaki sülüs celisiyle kufî yazılar dahi eskimiş idi. Bu eski nakışları ve yazıları Konya'da tersim edecek bir nakkaşın mevcut olmaması nedeniyle, tarafımdan tersim ve ihzar edilmiş, diğer üç köşenin nakış ve yazılarından tefrik olunamayacak bir hale getirilmiştir" diyor.
    Yine 1982-1987 yılları arasında müze Derneğince yaptırılan onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında "Türbenin kuzey-doğusundaki sütunun alt tarafında tamamen dökülmüş bir bölümün, güneydoğusundaki sütununun ortalarındaki dökülmüş nakışların ve sıvaların yenilenmesi ile, Mevlânâ ve oğlu Sultan Veledin hemen arkasında yer alan ve iki sütun arasını tamamen kaplayan ahşabın üzerindeki yağlı boyaların temizlenmesi ve altlarından yeni motiflerin çıkartılma işlemleri, Manisalı usta Mustafa Baytal tarafından yapılmıştır."
    Mevlânâ buraya defnedilince üzerine konulmak üzere 1274 yılında bir ahşap sanduka yapılır. Ancak bu Selçuklu şaheseri ahşap sandukanın, Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veledin 11 Kasım 1312 yılında ölüp Mevlânâ'nın yanma defninden sonra, kaldırılma gereği ortaya çıkar Zira yapılan ahşap sanduka tek bombeli, yani tek kişiliktir, ancak iki mezarın birden üzerinde durmaktadır işte bu nedenle ahşap oyma Selçuklu sandukası, Mevlânâ ve Sultan Veledin mezarlarının üzerinden kaldırılır. Yerine Kanunî Sultan Süleyman tarafından yüksekliği 90 cm, eni ve boyu 310x380 cm olan gök mavisi mermerden yeni bir sanduka, 1565 yılında yaptırılır. Sonrada örtünün altında iki mezarın bulunduğunun işareti olarak, iki küçük ahşap sanduka yapılır ve mermer sandukanın üzerine konulur.
    Mermer Sanduka'da kitabe yoktur. Kitabe özellikle konulmamış olmalıdır. Üzeri iki bombeli mermer sandukaya eğer kitabe konulacak olsa idi, üç adet kitabe birden konulması gerekecek idi. Bu kitabelerden birisine Mevlânâ'nın ölüm tarihi, birisine Sultan Veledin ölüm tarihi, üçüncüsüne de mermer sandukanın yapım tarihi yazılmalıydı. Bir sanduka üzerinde üç kitabenin fazla olacağı düşüncesiyle olsa gerek, yeni yapılan mermer sandukaya hiç kitabe konulmamış. Mevlânâ'nın ve oğlu Sultan Veledin ölüm tarihlerini gönüne kadar bildiğimize göre, sandukaya kitabe konulmayışı, yalnızca mermer sandukanın yapılış tarihini bilmemizi önlemiştir Bu husus aradan geçen yıllardan sonra sandukanın yapılış tarihinin unutulmasına sebep olmuştur.
    Mermer sandukanın üzerindeki Pûşîde, deri üzerine koyu kırmızı renkli atlas kumaşla kaplanılarak yapılmıştır Atlas üzerine yapılan işlemeler, maraş ve sarma işi tekniklerinde altın sırma sim ile kabartma olarak işlenilmiştir.
    Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırılan Pûşide 
    Pûşîde II. Abdülhamid tarafından 1312 H - 1896 M yılında Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled'in sandukaları için yaptırılmıştır. Pûşîde'yi yaptıran II. Abdülhamid, Pûşîde'nin ayak tarafına Sultan III. Selim'in tuğrasını işlettirmiştir. Pûşîdelerin hatları Hasan Sırrı'ya aittir. Örtünün üzerinde Ayete'l- Kursî, Esma-ı Nebî, Lafza-i Celâl ve Fatiha sureleri yazılıdır.
    Pûşîdenin üzerinde aynı zamanda bitkisel gül ve lale motiflerine yer verilmiştir.
    16 Kollu Şamdan:
    Müzenin 398 envanter nosunda kayıtlıdır. Eser XVI. yy'da Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa (Ö.1580) tarafından Konya Mevlevi Dergâhına hediye edilmiştir.
    Şamdan gümüş kaplamalı geniş kaidesi üzerinde, 4 parçadan oluşur Yüksekliği 126 cm, ağırlığı 73 kgr, kaidesinin çapı 72 cm'dir

    Şamdanın armudî boyun kısmının alt ve üst kısmında şamdanın kollarının takıldığı, dökümden yapılmış bronz yivli bir bilezik yer almaktadır Bu yivli bileziğe altta 8 adet büyük kol ile, üstte 8 adet küçük kol takılmaktadır Büyük kollar 66 cm, küçük kollar ise 50 cm uzunluğundadır Şamdanın 16 kolunun her birisinin gövdesi ejder figürü şeklinde tasarlanmıştır Ejderin vücudundan çıkan kollar, lale, karanfil gibi bitkisel motifler ve bunlar arasında bulunan kuş figürleri ile süslenmiştir Kollar, ejderin kuyruğu arasında yer alan haşhaş kozalağı ile son bulmaktadır.
    16 kollu şamdanın, kişinin ruhunu tanrıya yükselttiği, kuşların insan ruhunu, haşhaş kozalaklarının ebedi uykuyu ve cenneti temsil ettiği, ejderin ise ölümsüzlüğü sembolize ettiği söylenilmektedir.
    GÜMÜŞ ŞEBEKE 
    Gümüş Şebeke litaratürde "Gümüş Kapı", "Gümüş Eşik", "Sim-pâye", "Gümüş eşik ve Şebeke" ve "Gümüş Şebeke" olarak geçmektedir. Biz bu isimlerden "Gümüş Şebeke"yi seçtik. Zira müzede iki tane gümüş kapı vardır. Ayrıca burada bulunan gümüş şebekeyi, hemen gümüş şebekenin altında bulunan "Gümüş Eşik" ile birlikte düşünmekte yanlış olur. Zira ikisinin malzemeleri aynıdır, ama işlevleri ayrı ayrıdır.

    Gümüş şebeke üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, iki gümüş baba arasında yer alan bir panodan ibarettir. Pano 50x78 cm ebatlarındadır. ikinci bölüm iki gümüş baba arasında üç panodan oluşur Panolar 46x78 cm ebatlarındadır. Üçüncü bölüm ise aynı zamanda kapı görevini üstlenmiştir. Biri mermer, birisi gümüş iki babanın arasında yer alır 46x78cm ebatlarında iki pano ve bu iki panonun üzerinde yer alan, yüksekliği 40 cm, taban uzunluğu 89 cm olan bir adet üçgen panodan oluşmaktadır. Dikdörtgen şeklinde olan 6 panonun çerçeveleri de, 5 cm eninde ve gümüştendir. Panoların içleri, 1 cm çapındaki yuvarlak gümüş çubukların dikine ikiye ayrılması ile elde edilen parçalarla, kafes görünümü verilmiştir.
    Gümüş babaların şekli ve üzerlerindeki palmet motifleri, burada daha önceden varolduğunu zannettiğimiz mermer şebekenin babasına benzetilmiştir Panoların iç ve dış yüzeyleri yaprak ve çiçek motifleri ile bezenmiş, ara arada şemse motiflerine yer verilmiştir.
    Panonun üst kısmında eni 89 cm, yüksekliği 39,5 cm olan bir üçgen alınlık yer almaktadır Bu üçgen alınlığın altı iki panodan oluşmakta ve üçgen alınlıkla birlikte aynı zamanda kapı görevi yapmaktadır
    .
    Üçgen alınlık önce 11 adet dikey sütuna bölünmüş, daha sonra oluşan bu dikey sütunlar sıra ile 2, 5, 7, 7, 5, 2 şeklinde enine çizgilerle bölünmüştür Kalın dikey ve ince yatay çizgilerle elde edilen 7x2,5 cmlik bölümlerin her birine, "Kıt'a-i Kebîre"nin bir beyti, Rik'a hattıyla yazılmıştır Yalnızca 6 ve 7. sütunların üzerinde kalan üçgen şeklindeki 17x3,5 cm'lik panoya, "Kelime-i Şahadet", üçgen panonun en üst kısmında yer alan 9 cm yüksekliğindeki palmet şekilli bölmeye ise, "Allah" yazılmıştır. Beyitlerin araları yazıya engellemeyecek şekilde çiçek motifleriyle bezenmiştir. Panonun arka yüzünde ise yalnızca küçüklü büyüklü palmet ve çiçek motiflerine yer verilmiştir.
    Gümüş Şebeke 1006 H-1597 M yılında, Maraş Valisi Mahmud Paşa tarafından yaptırılmıştır. Yaptırılış nedenini anlatan "Kıt'a-i Kebîre", Şair Manî tarafından yazılmış, hattat Mirza Ali hatlarını yazıp istifini yapmış, Kalemkâr İlyas adlı bir usta da, hatların ve motiflerin gümüş levhalar üzerine geçirme işlerini üslenmiştir.
    Burada şair Manî'nin yazdığı 32 beyitlik Kıt'a-i Kebîre'nin okunuşunu ve beyit beyit açıklamasını vermek çok yer tutacağından, kısaca özetini verelim;
    Maraş Valisi Mahmud Paşa, Mevlânâ'nın Türbesi'nde dua eder "Ben de padişah ile birlikte sefere katılırsam ve muzaffer olarak dönersek ve vezirler mertebesine veya yüce bir mertebeye erersem, varımı yoğumu harcayıp bu kapıyı gümüşten yaptırayım, der. Bu istek ve dilekleri duyan Valide Sultan (Safiye Sultan), Mahmud Paşa'nın başkalarıyla birlikte vezir olabilmesi için, kendisinin himmetine muhtaç olduğunu anlar. Gereği için oğluna yani Padişaha söyler. Bütün dileklerine kavuşan Mahmud Paşa da, Mevlânâ'nın yattığı yere bir gümüş kafes yaptırır."
    Gümüş Merdiven - Gümüş Eşik
    Gümüş Eşik ve Sim-Pâye (Gümüş merdiven) olarak tanınır Gümüş iki basamaktan oluşur Basamaklar 57x28 cm. ebatlarında ve 23 cm yüksekliğindedir
    Eşikler yapının temeli ve dervişlik makamı kabul edilir. Bu nedenle mukaddestir. Üzerlerine basılmaz ve oturulmaz.
    Mevleviler dergâh açıkken özellikle Şeb-iArûs törenlerinde buraya huşu içerisinde gelirler, dualar okurlar, niyazda bulunurlar ve bu gümüş merdiven ayağını gözyaşlarıyla ıslatırlardı.
    Mescid Bölümü
    Mevlânâ Dergâhı'nın Mescidi, Semahane ile birlikte XVI.yy da yapılmıştır. Mescidin doğusunda Semahane, güneyinde Huzur-ı Pîr (Horasan Erleri), kuzeyinde Valideler Mezarlığı, batısında ise Son Cemaat Mahalli yer alır.
    MESCİD kelime olarak "secde edilen yer manasına gelir."
    Caminin küçüğüdür diyenler varsa da, mescidlerde Minber olmadığı için Cuma Namazları kılınamaz. Bu nedenle Mescidi, "Kurum, kuruluş, mahalle, köy veya askeri birliklerde bulunan az sayıdaki müslüman cemaatin ibadet etmeleri için, çoğunlukla da ahşaptan yapılan ibadethanelerdir." diye tarif edebiliriz.
    Bir ibadethaneye minber ilave edilip camiye dönüştürülmesi, geçmişte padişahlık makamının iznine tabi idi. Bu izni almakda oldukça zordu.

     Örnek verirsek, 13. y.y. da, Selçuklular zamanında, Konya'da 300 adet mescide karşılık, yalnızca 7 adet cami vardı.
    Günümüzde mescidlerin tamamına minber ilave edilmiş, yine bu ibadethanelere mescid denilmesine rağmen, Cuma namazı kılınır hale getirilmiştir.
    Mevlânâ Dergâhı'nın Mescidi, Semahane ile birlikte XVI.yy da yapılmıştır. Mescidin doğusunda Semahane, güneyinde Huzur-ı Pîr (Horasan Erleri), kuzeyinde Valideler Mezarlığı, batısında ise Son Cemaat Mahalli yer alır.
    Son Cemaat Mahalli dört küçük kubbeden oluşur Bu dört küçük kubbenin, güney ve kuzeyindeki bitim noktaları, kesme taş duvarlarla kapatılmıştır Batı yönünde üç mermer sütun üzerinde, kesme taş ile yapılmış dört adet kemer yer almaktadır. Bu küçük kubbelerden güneyde yer alanı, sonradan bölünerek bir odaya dönüştürülmüş ve odaya Tilâvet Odası işlevi verilmiştir.
    Son Cemaat Mahallini oluşturan duvar ve kemer taşlarının incelenmesinden anlaşıldığına göre,Son Cemaat Mahalli Tilâvet Odası ile birlikte, ancak Mescid ve Huzur-ı Pîr bölümlerinden ayrı bir zamanda yapılmış olmalıdır. Her ne kadar ikinci kemerin üzerinde ( Sene I Muharrem 1307), üçüncü küçük kubbenin içinden geçen tek şerefeli mescid minaresinin bedeninde ise, (1337 Rebîü'l-evvel) tarihleri varsa da, bu tarihler yapımla alakalı değil, minarenin ve son Cemaat Mahalli'nin tamirleri ile alakalı kitabelerdir.
    Son Cemaat Mahalli'ni oluşturan üç küçük kubbe ve kemerden ikisinin altlarına gelen alanlar, zeminden 55 cm yükseltilerek doldurulmuş ve üzerleri kesme taş ile kaplanmıştır. Böylece ortada kalan kubbe ve kemer, giriş kapısına ulaşılan koridor görünümü kazanmıştır.
    Mescidin Taç Kapısı mermerdendir 465 cm en ve 810 cm yüksekliğindeki Taç Kapının (portalin) kapı açıklığı basık kemerli olup, içeriye doğru bir metre kadar girinti yapmaktadır. Yanlara mukarnas kavsaralı birer mihrabiye açılmıştır. Gri ve beyaz mermerden zıvanalı (geçmeli) olarak örülen basık kemerin kitâbelik kısmı bugün boştur. Burada bulanan II.Mahmud'un mermerden kabartmalı olan tuğrası, 1926 yılında kaldırılmıştır.
    Son Cemaat Mahalli ile birlikte Tilâvet Odası'nı oluşturan dört küçük kubbenin önünde, üzeri kurşunla kaplanılmış olan bir saçak da yer almaktadır.
    Taç kapının mukarnas dolgulu kavsarası zengin tutulmuş ve köşeliklere birer püskül sarkıtılmıştır Ayrıca giriş boşluğunun iki yanındaki köşelerde, birer sütunçe yükselmektedir. Gövdesi sade bırakılan sütünçelerin kaide ve başlıkları iki ters vazo formunda işlenilmiş olup, yüzeyleri geometrik ve bitkisel süsleme ve mukarnaslarla tezyin edilmiştir.
    Mescid 12.80 x 13.70 m ölçülerinde, kareye yakm dikdörtgen şeklindedir.Bu dikdörtgenin içinden 11.20x12.20 m lik bölüm, zeminden 28 cm yükseltilerek bir podyum oluşturulmuş, namazlar burada kılınmış, zikir tesbihleri ile İsm-i Celâl (Zikir) burada çekilmiş
    .
    MESCİDDE ZİKİR TESBİHİ NASIL ÇEKİLİRDİ?
    Zikir Tesbihi daha çok abanoz, ceviz veya ıhlamur ağacından yapılırdı. Teşbihlerin taneleri iri, adedi ise 1001 olurdu. Tesbihin imamesi ve durakları "Mevlevi Sikkesi" şeklinde yapılırdı.
    Zikir, Allah'ın isminin veya isimlerinden birkaçının tekrarlanması demektir. Sabah namazlarından sonra, ihya geceleri denilen pazar ve perşembe geceleri ile, kandillerde yatsı namazından sonra yapılırdı. Zikirler eğer zikir tesbihleri ile yapılırsa "Halkaya girmek" denilirdi.
    Zikir yapılacağı zamanlarda Şeyh mihrabın önüne serilen kırmızı postun üzerine sırtı mihraba, yüzü cemaata dönük olarak otururdu. Dervişler ise daire şeklinde (Halka halinde) yere diz çökerek otururlardı. Oturma işlemi bitince, bir derviş zikir tesbihini getirir, imamesini öperek Şeyh'e verir, sonra da diğer tesbih tanelerini halka halinde yere sererdi. Dervişler kendi önlerinde olan tesbih tanesini öperek ellerine alırlardı.
    Zikir Şeyh'in Besmele çektikten sonra, yüksek sesle "Allah" demesiyle başlardı. Dervişler her Allah dedikten sonra, ellerindeki tesbih tanesini sağa doğru yürüterek, kendi sağında oturan dervişe devrederdi
    .
    Şeyh zikri kâfi görünce işaret verir, okunacak dua ve çekilecek gülbanktan sonra zikir biterdi. Sonra bir derviş yerde serili olan zikir tesbihini usulüne uygun olarak toplar ve yerine kaldırırdı.
    * * *
    Mescidin kuzey ve batısındaki duvarları moloz taşla yapılmış olup, duvarlar dıştan kesme taş ile kaplanmıştır iki duvar da içten sıvalıdır Bu iki duvardan kuzeyde bulunanın üzerinde dört, batı duvarının üzerinde ise iki adet pencere yer almaktadır Pencerelerden üstte yer alanları alçı, altta yer alanları ise ahşaptandır.
    Mescidin güney ve doğusu açıktır Bu yönlerde bir sütun ve ikişer sivri kemer vardır. İki yöndeki dört sivri kemer ile batı ve kuzeydeki iki duvar, yukarıda bir kasnakta birleşmekte ve büyük bir kubbe ile son bulmaktadır. Kasnağın hemen üzerinde 8 adet alçı pencere yer almaktadır. Büyük kubbe dışta sekiz köşeli olup, kubbenin dış yan duvarları, araları derzli taş ve tuğla işçiliktir. Kubbenin üzeri kurşun kaplıdır.
    Mescidin güneyinde iki kemerin kesiştiği kemer boşluğunda, defne yapraklı iki yuvarlak çelenk motifi içerisinde " Allah" ve "Muhammed" yazılıdır, iki çelenk motifi arasında ise, kabartma olarak yapılmış meyve tabağı motifi yer almaktadır. Meyve tabağı motifinin altındaki dikdörtgen panonun içerisinde ise dergâhın tamamına yapılan rokoko süslerin ustasının adının ve yılının geçtiği kitabesine yer verilmiştir.
    Mescidin kubbe kasnağına kufî hâtla " Ayetel- Kursi", kubbeye ise "char-ı yâr"ın adları yazılmıştır.
    Mescidin içinde, bir tarafı kuzey duvarına dayalı olan, diğer tarafı ise üç adet ince sütun üzerine basan, kesme taştan yapılmış iki basık kemer üzerinde, Müezzin Mahfeli vardır. 1982- 1990 yıllan arasında yapılan onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında, sütunların ve mahfelin ahşaplarının üzerlerine sürülmüş olan yeşil yağlıboyalar temizlenmiş, temizlenen yağlıboyaların altından XVII.yy'a tarihlenen orjinal nebatî ve geometrik motiflere ulaşılmıştır. Yine mahfelin altındaki duvarın üzerinde yer alan müsenna "HÛ" hattı da, badana tabakalarının altından çıkarılmıştır.
    Mescid duvarının güney-batı köşesinde tek şerefeli minarenin küçük ahşap kapısı yer alır. Hemen üzerinde " Mesnevîhân Kürsüsü" vardır. Dergâh açıkken, namazlardan sonra " Mesnevîhânlar" tarafından buradan Mesnevi okunuyormuş. Bu kürsü üzerindeki geometrik motiflerde, yine yeşil renkli yağlıboyaların altından çıkarılmıştır.
    Mescidin mihrabı güney duvarı üzerinde, sütunun önündedir. Mihrap 3.50 X 1.80 m ebadında ve gök mermerden yapılmış, mihrap alındığına (Buraya giren güven bulur) Âyet-i Kerîmesi kabartma olarak yazılmıştır.
    Mescidin üç adet de kapısı vardır. Birincisi Son Cemaat Mahallinin girişindedir. İki kanatlıdır. Kanatlar 84 cm eninde ve295 cm yüksekliğindedir. Kündekârî tekniğinde yapılmıştır. Kanatların alt, üst ve yan yüzleri sade tutulmuş, aralarındaki geniş yüzeyler kuşaklarla panolara ayrılmıştır. Alt ve üstteki madeni ince kuşaklar bitkisel bezemelidir. Diğer iki ahşap kuşak daha kalın olup, yüzeylerine ajurlu metal kabaralar çakılmıştır. Alınlık kısmı iç içe geçmiş dikdörtgen silmelerle dekore edilmiştir. Yukarıdaki iki pano içerisine Kur'ân-ı Kerîm'in

    İkinci kapı Semahane ile Mescid arasında ve Mescidin kuzey-doğu köşesindedir. Söveleri ve basık kemeri kesme taşla yapılmıştır. Kapı çift kanatlıdır. Buranın eski oyma çift kanatlı ahşap kapısı mescidin güney duvarı üzerinde halen teşhirdedir.
    Üçüncü kapı mescidin güney- batı köşesinde, Huzur-ı Pir ile Mescid arasındadır "Çerag Kapısı" adı ile tanınır. Burdaki iki kanatlı kapı da ahşaptandır. Kapının kenarındaki söveleri ve üzerindeki basık kemerleri kesme taştan yapılmıştır.
    Tilâvet Odası
    Tilâvet Arapça bir kelime olup, "Kur'an-ı Kerîm'i güzel sesle ve usulüne uygun olarak okunması" anlamına gelir. Dergâh açıkken burada Kur'ân okumakta vazifelendirilmiş dedeler bulunduğundan, bu odaya Hücre-i Tilâvet yani, Kur'ân okuma odası denilmiştir. Halen Hat Dairesi olarak kullanılmaktadır.


    Tilâvet Odası, bitişiğindeki Mescid'in batısında yer alan Son Cemaat Mahalli'nin devamı gibidir. Odaya basık kemeri ve söveleri mermerden olan, çift kanatlı oyma ahşap kapıdan girilir.

    Tilâvet Odası'nın girişinde yer alan kapı ile mermer sütunlar arasında altta 60 cm. yüksekliğinde kesme taş duvar, üzerinde ise 62,5 cm yüksekliğinde oyma mermer şebeke vardır. Şebekenin üzerinden başlayıp kapı yüksekliğinde biten iki adet pencere yer ahr. Pencerelerin ve kapının hemen üzerinden başlayan ve kemerlere kadar araları ıhlamur ağacından yapılmış ince çıtalarla kafes şekli görünümü verilmiş ahşaptan üçgen çerçevelere yer verilmiştir.

    Hat Dairesinde Mahmud Celâleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarîzâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud'un yazdığı altın kabartma bir levha da burada sergilenmektedir.
    Ahşap. Env. No. 272.147 x 88 cm. Osmanlı. 1251 / 1835.
    Hattatı. Yesârizâde Mustafa İzzet.
    Zıvanalı 7 parça tahtanın birbirine geçmesiyle oluştu­rulan ahşap pano üzerine, iki sütun halinde Talik hatla altın yaldızla Pertev Paşa Divanı'ndan alınan beyitler yazılmıştır. Çerçevenin alınlığı kabartma altın yaldızlı gül ve yaprak motifleriyle süslenmiştir. Levhada şunlar yazılıdır:
    Budur Dergâh-ı Mevlâna Celâl'ud-din-i ve'd dünyâ
    Bu Dergâh Ka'be-i cân u cenandır cümle uşşâka
    Bu meşhed nurdan derya o hazret dürre-i beyza
    Hubâbı kubbe-i hazrâ disem hami itme igrâka
    Bunun her evc-i pâki uç virir şems-i hakîkatden
    Muhâzi her biri ma'nide tâk'ı çarh-ı bisâka
    Elezdir ney-şekerden çûb-i matbah çille-keş câne
    Müreccah zevk-ı hıdmet yanlarında başka ezvâka
    İderler sikke ber-ser sikke-i zer-gerden istiğna
    Olub bi gıll u gışş iksir-i hâs'ı pûte-i faka
    Girift-i aşk olurlar bâş keserler tavk-ı teslime
    Ezelden beste gelmişler visâk-ı ahd-u misâka
    Yanarlar şem'i cânâne cihân-u cân bir yâna
    Dönerler hemçu pervane virirler varın ihrâka
    Gehfâzâd olub gamdan gecüb fikr-i dü'âlemden
    Rebâb-u nâyi eylerler bedel takyıd-u itlâka
    Bununla şehr-i Konya fahr ider İran-u Turana
    Bu bık'a kıble-kâh-ı arzudur bunca uşşâka
    Murûr-ı vakt ile hacet olub ta'mire bu hayrı
    Müyesser kıldı hak Şâhenşeh-i pâkize ahlâka
    Zihi kutb-ı himem sâhib-kerem Sultân Mahmud Han
    Odur şems-i ziyâ-bahş-ı inayet cümle âfâka 


    Matbah-ı Şerif
    Matbâh veya Matbâh-ı Şerîf bölümü, Meydân-ı Şerifin güney-doğu köşesinde, avlunun ise güney-batı köşesinde yer alır. Mevlevîliğin en değerli bölümüdür. Elbetteki Matbâhtaki asıl işlev yemek pişirmek ve yemek yemek ise de, Can tabir edilen Mevlevi adaylarının 1001 günlük çile süresi içerisinde, en çok eğitim gördükleri yerin burası olması nedeniyle "Mevleviler Matbâha, insanın pişirildiği yer" derler. Burada gürültü edilmez, yüksek sesle konuşulmaz, gülünmezdi. Hatta Matbâha gösterilen saygının bir ifadesi olarak, Matbâh ın kapısının önünden geçilirken dahi, baş kesilirdi (Selama durulurdu).

    Matbâh-ı Şerîf;

      III. Murat devrinde 1584 yılında, derviş hücreleri ile birlikte inşa edilmiştir. Zaman zaman tamir, onarım ve ilâveler gören bina, Matbâh'ın batı duvarının, üzerindeki tamir kitabesinden anlaşıldığına göre, son şeklini 1284 H - 1867 M yılında almıştır.

    Bina İçten kireç sıvalı ve kalem işi süslemeli, dıştan kesme taş kaplamadır. Matbâha basık kemeri ve söveleri mermer olan, büyük bir ahşap kapıdan girilir. Asıl mekâna 205 x410 cm ebatlarında üzeri tonozlu bir koridordan geçilir.

    Matbâh iki kısımdan oluşur. Birinci kısım 9.20x5.20 m ebatlarında, üzeri beşik tonozlu ve kireç sıvalıdır. Bu kısmın kuzey-doğu köşesinde, yerden 60 cm yükseltilmiş, zeminine Saka Postu serilmiş 110x258 cm ebatlarında bir seki vardır Bu seki üzerine serilmiş Saka Postu üzerine, Mevlevîliğe girmek isteyen adaya, önce abdest aldırılır sonra "yapılan işleri yerinde görmesi ve kararını bir kere daha gözden geçirmesi İçin", üç gün süre ile iki dizi üzerinde (murakabe vaziyetinde) oturtulurdu. Aday yemek, tuvalet ve ibadetten başkaca bir iş için, Saka Postu'nu terkedemez, birşeyler okuyamaz ve konuşamazdı. Bu adaya "Nev-niyâz" (Aday adayı) denilirdi.
    Nev-niyâz bir taraftan Matbâhta yapılan işleri göz altından incelerken, bir taraf tanda burada görev yapan dedeler, Nev-niyâz'a;
    "Derviştik zordur. Çileyi Kırmak ise hiç iyi değildir. Dervişlik ateşten gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak, haksız yere söz işitmek vardır. Kısacası Dervişlik Ölmeden önce ölmektir. Bunlara tahammül edebileceksen çileye soyun, yoksa yol yakınken çekip git. İkrardan dönenin mahşer günü yüzü kara olur" gibi, telkinde bulunurlardı. Nev-niyâz üç günün sonunda 1001 gün çileye soyunmak istediğini beyan ederse, yani ikrar verirse, Nev-niyâz'a Can denilir ve 1001 gün sürecek çile başlardı.

    Nev-niyâz'ın oturduğu "Saka Postu Makamı"nın yükseltisinin hemen altına birde ayakkabıların konulması için yer yapılmıştır. Ayakkabılar buraya, burnu içeriye, topukları dışarıya dönük olmak üzere konulurdu. Eğer ayakkabılar kapı önüne konuluyorsa, bu defa ayakkabıların burnu kapıya yönelik olarak konulurdu. Can tabir edilen derviş adayından sorumlu dede tarafından bu ayakkabılar çevrilirse, yani ayakkabının topukları kapıya yönelik konulursa bu, "Çık git, dergâhı terket, bir daha gelme" demekti.

    Birinci kısmın tavanı tonoz örtülü ve kireç sıvalıdır. Güney-batı köşesinde büyük bir aydınlık penceresi, pencerenin hemen altında da mermer aynalı bir çeşme ve yalak yer alır. Bu çeşmeye su, XVI. yy da Yavuz Sultan Selim tarafından Dutlukırı'ndan getirtilmiş ve Dergâha vakfedilmiştir.

    Birinci kısmın batısında ve kuzeyinde birer büyük baca vardır. Bacaların sivri kemerleri kesme taş ile yapılmıştır. Birinci bacanın altında iki büyük ocak, ocakların üzerinde de yemek pişirmek için özel yapılmış iki büyük kazan vardır. İkinci bacanın altında ise, kazanlarda pişirilen yemeklerin soğumaması için altında köz ve sıcak külün bulunduğu dört adet küçük ocak ve bu ocaklara uygun büyüklükte konulan kaplar yer almaktadır.
    Bu ocakların önündeki küçük alana "Ateş-bâz-ıt Velî Makamı" da denilir. Burada suyun olması ve ısıtılma imkânının bulunması nedeniyle, bu yer aynı zamanda "Gasil-hâne" (cenazenin yıkanıldığı yer) olarak da kullanılmıştır.

    Birinci kısımdan ikinci kısmı ayırmak için mermer bir duvar, yerden 93 cm yükseltilmiş ve 500x1120 cm ebatlarında bir set oluşturulmuştur. İki adet beşik tonozlu kubbesi olan mekâna, dört adet mermer merdivenle çıkılır. Bu mekanın doğusunda ve batısında ikişer, güneyinde ise dört adet ahşap penceresi vardır. Pencerelerin üzerinde, içi sitilize bitki motifleriyle bezenilmiş taçlara yer verilmiştir.

    İkinci kısmın kuzey doğusunda yer alan ahşap dolabın kenarından başlayan siyah ve mavi renkli iki şerit, pencereleri çepe çevre dolaştıktan sonra, bu kısmın kuzey batısında yer alan dolabın kenarında son bulur.

    İkinci kısmın zemini ahşap döşemedir. Semâ çıkarmak için Mevlevi adayları burada talim yaptıklarından, mekânın ahşap zemin döşemesi üzerine sarı pirinçten, tepesi parmağı kesmeyecek tarzda pürüzsüz ve yuvarlak olan, "Semâ talim çivisi" de çakılmış ve etrafına dairevi bir yuva açılmıştır. Matbahlarda semâ öğrenecekler için (Semâ çıkarmak - Semâ talim etmek) aynı şekilde hazırlanmış, taşınabilir "semâ meşk tahtaları" da vardır. Semâ talimleri burada yapılıyordu.

    Semâ talimine yeni başlayan Can, Önce çıplak ayakla "Semâ talim çivisi"nin veya "Semâ meşk tahtası"nın yanına gelir, baş keser, sonra sol dizini yere koyar, sağ dizini bükerek çökerdi. Çivi ile görüştükten (çiviyi öptükten) sonra, bir miktar tuzu, parmaklarının arasını pişirsin ve yara olmasını önlesin diye, destur çekerek çivinin bulunduğu yere dökerdi. Sonra ayağa kalkar, sol ayağının baş parmağı ile, yanındaki parmağının arasına talim çivisini yerleştirirdi. Dökülen tuz, sol ayağının dönüş sırasında rahat kakmasını da sağlamış olurdu.Semâzenin sol ayağına "direk", sağ ayağına ise "çark' denilirdi. Direk denilen sol ayak yerinden hiç kaldırılmaz ve diz hiç bükülmezdi. Çark direğin etrafında , çivi merkez olmak üzere, sağ ayağını, sol dizinin hizasına kadar kaldırdıktan sonra, sol ayağı merkezde kalmak üzere, vücudunu 360 derece döndürür ve sağ ayağını yine kaldırdığı aynı yere gelmek üzere yere basardı. Böylece vücut, kendi ekseni etrafında bir tur atmış olurdu ki buna, "Çark atmak" denilirdi. Bu hareket 180 derecelik dönüşlerle de yapılırdı ki, buna "Yarım Çark" denilirdi. Semaya başlayanlara önce yarım çark atmak öğretilir, sonra tam çark atmaya geçilirdi. Bu alıştırma, semâzenler çivisiz devir yapmayı öğreninceye kadar devam ederdi. Direği, yerde sürümeden sabit tutarak çark atmaya, "direk tutma" denilirdi.

    Meydân-ı Şerif Odası
    Matbâh-ı Şerif ile Derviş Hücrelerinin kesiştiği köşede, 5.60 x9.50 m ölçülerinde, dikdörtgen şeklinde büyük ferah bir oda vardır. Bu odaya "Meydân-ı Şerif Odası" denilmektedir. (Halen müdür odası olarak kullanılmaktadır.) Hasan Özönder'in "Mevlânanın Külliyesi'nin Tamir ve İlaveleri Kronolojisi" adlı makalesinde, 1816 tarihli bir onarımdan bahsedilmekte ve yapılan onarımların 28 madde halinde detaylı listesi verilmektedir. Verilen onarım işleri listesinin 18. sırasında, "Adı geçen meydan odası üzerindeki "Sikke-hâne" odasındaki ........" denilmektedir. Buradan yola çıkarak. "Meydân-ı Şerif Odası"nın yerinde 1867 yılından önce, alt katı meydan odası, üst katı Sikkehâne olan iki kattı bir binanın olduğunu anlıyoruz. Bu iki katlı bina 1867 yılında yıkılmış ve yerine bugünkü tek katlı büyük "Meydân-ı Şerif" odası yaptırılmıştır.

    Meydân-t Şerife sabah namazından sonra girilirdi. Meydana muhipler giremezdi. Meydanda kırmızı post, Şeyh'e aitti. Onun sağ ve sol tarafındaki siyah ve beyaz renkli postlar Kazancı Dede'ye ve Meydancı Dede'ye aitti. Odaya girenler, kıdem sırasına göre yarım daire şeklinde Şeyhin karşısında, yer alırlardı. Sonra hep beraber ayak mühürlerlerdi. (Sağ ayağın baş parmağını, sol ayağın baş parmağının üzerine koyarlardı). En son olarak odaya, Tarikatçı Başı baş keserek girerdi. Bütün dedelerde Tarikatçı Başı ile beraber baş keserlerdi. (Başın biraz öne eğilmesi, belin üst kısmının başla beraber 45 derece öne eğilmesi). Tarikatçı postuna otururken odadakilerde aynı zamanda yere otururlar ve tarikatçı ile birlikte yerle görüşürler, yere niyaz ederlerdi (yeri öperlerdi).

    Meydân-ı Şerife girenler yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerdi Tepsideki ekmek parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunardı. Sunulan bu kuru ekmek parçalarına "çörek" denilirdi. Çörek istemeyen dedeler şahadet parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öperdi. Dışarı meydancı "çörek" denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirdi.

    Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü. Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi. Mevlânâ'nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, "Şeb-i Arüs" töreni burada yapılırdı.

    Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve "Murakebe"ye dalarlardı. Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini (CX) okur, "Fatiha" derdi.
    Fatiha okunduktan sona şu gülbânk çekilirdi.

    "Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola, sahibü'l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevtana sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim"
    Gülbânktan sonra uzatılarak "hûûû" denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi). Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi. Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.

    Meydân-ı Şerifin çift kanatlı kapısı, odanın kuzey-dogu köşesindedir. Kuzey duvarı üzerinde bir, güney duvarı üzerinde iki ve batı duvarı üzerinde üç adet olmak üzere toplam altı adet ahşap penceresi vardır. Duvarları dışta kesme taş kaplama, içte kireç sıvalı olan odanın tavanı, bağdadî tarzında yapılmıştır. Tavanında Barok-Ampir tarzı karışımı üslup gösteren, hayali tabiat manzaraları ve rokoko motifler vardır.
    Derviş Hücreleri
    Derviş yoksul anlamına gelir. Tarikatlara girenlere Derviş, hücre sahibi olanlara ise "Hücre-nişîn" , "Hücre Güzin" ve "Dede' denilir.

    Deruişân Kapısı'ndan (Cümle Kapısı) sonra, iki küçük kubbeli bir geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye geçilir.

    Geçiş mekânının sağ tarafında (güneyinde) dört adet, sol tarafında (kuzey) ise önce kuzeye doğru giden, sonra doğu yönüne doğru yönülen 14 adet "Derviş Hücresi" vardır.

    Bugünkü hücreler III. Murad tarafından yaptırılmıştır.

    Bu bölümdeki 13 hücreden birisi "Postnİşîn Hücresi, diğeri "Mesnevihân Hücresi" olarak orijinal eşyaları, mankenlerle teşhir edilmiştir.
    Hücrelerin tamamı tek kubbelidir. Her hücrede bir ocak (şömine) dolap, sedir, mangal ve bazı dergâh eşyaları ile dışarıya ve koridora bakan birer ahşap penceresi ve yine revaklı koridora açılan bir kapısı vardır.

    Bu hücreler 1001 gün çilesini tamamlayan dedelere verilirdi ve kendilerine "Hücre nişin", 'Hücre güzîn" ve "Dede" denilirdi.
    Hücrelerden girişin güneyinde yer alan dördü, halen bilet gişesi ve idarî bürolar olarak kullanmaktadır. Eskiden bu hücrelerden üçü "Aşçı başı", "Türbedâr" ve "Tarikatçı başı" hücresi olarak kullanılıyordu.

    Hücrelerin yıkılmadan orijinal haliyle bırakılan ikisi de kütüphane olarak kullanılmaktadır. Bu kütüphanelerden birinde Mevlânâ Müzesinde Müdür, Kültür Bakanlığında Müzeler Genel Müdürü ve Müsteşar olarak görev yapan Mehmet Önder'in, bir diğerinde de Mevlânâ ve Mevlevîlikte ilgili yazdığı kitaplarla tanınan üstad Abdülbakî Gölpınarlı'nın Mevlânâ Müzesi'ne bağışladıkları kitaplar muhafaza edilmektedir.

    Burada bulunan dokuz hücrenin 1929 yılında ara duvarları yıkılarak salon haline getirilmiş ve bu bölümde değerli halı ve kilimler sergilenmişti. Halı ve kilimler 2000 yılında Etnografya Müzesinde açılan "Halı Bölümüne" nakledilince, boşalan salon bu defa "Sinevizyon Odası" olarak hizmete açılmıştır. Odaların önlerindeki revaklar da kapatılarak, sergi salonu haline getirilmiştir.

    Ara duvarları yıkılan hücrelerin koridora bakan pencere ve kapı yerlerine, hücreler eski haline getirilinceye kadar vitrinler yaptırılmış ve bu vitrinlerde keşkül, pazarcı maşası, mütteka, nefir gibi Mevlevi etnografyası ile alakalı eserler ile değerli kumaşlar sergilenmiştir.
    Türbeler
    Niyaz Penceresi

    Türbelerin bulunduğu yerlerde, yatırların sandukalarını görecek şekilde, türbelerin ayak veya yan taraflarına yapılan pencerelere " NİYAZ PENCERESİ" denilir. Türbeye girilmeden veya türbe kapalı içeriye girilemiyorsa, dua dışarıdan bu pencerelerden okunurdu, istekler bu pencereden yapılırdı.
    Mevlânâ Dergâh'ında da , dergâhın güneyinde yer alan bu pencereden bakılınca "Kıbâbü'l Aktâb" (Kutupların kubbeleri) manasına gelen Mevlânâ'nın, Mevlânâ'nın soyundan gelenlerin ve Mevlevi büyüklerinin mezarlarının bulunduğu yer görülmektedir. Bu nedenle dualar ve niyazlar halen ihtisas Kütüphanesi'nin içinde kalan bu pencereden yapıldığından, pencereye " Niyaz Penceresi " denilmiştir.
    Yâ Hazret-i Mevlânâ
    Derhâ heme beste-end illâ der-i tû
    Tâ reh nebered garîb illâ ber-i tû
    Ey der kerem-i 'izzet-i nûr-efşânî
    Horşîd u meh u sitâreğân çâker-i tû
    Mevlânâ 
    Yâ Hazret-i Mevlânâ
    Ey keremde, yücelikte nur saçıcılıkta güneşinde, ayında,
    yıldızlarında, kendisine kul-köle kesildiği güzel.
    Garib aşıklar senin kapından gayrı bir yol bulamasınlar diye,
    bütün kapılar kapatılmış, yalnız senin kapın açık bırakılmıştır.
    Mevlânâ
    Niyâz penceresinin bulunduğu oda dikdörtgen formludur. Önceleri şeyhlere mahsus kabul salonu olarak kullanılan oda, 1926 anlında bir müddet "müdür odası" olarak kullanılmış, daha sonra "ihtisas Kütüphanesi" olarak hizmete sunulmuştur. Niyâz penceresi'nin içinde bulunduğu oda XX.yüzyılın başlarında yapılmış olmalıdır. Zira X/X.yy.ın sonlarında çekilmiş olan fotoğrafların içinde, bu oda görülmediği gibi, bu alanda şimdi yerinde olmayan bir türbede görülmektedir. Odanın batısında yer alan "Hasan Paşa Türbesi" ile, doğusunda yer alan " Payanda"nın arasında kalan boşluğun üzeri çatı, önü ise camekanla kapatılarak büyük bir oda kazanılmıştır. Bu arada fotoğraflarda yeni yapılan odanın kapısının veya kapının hemen önündeki alanda olması gereken kimliğini bilmediğimiz türbede yıkılmış olmalıdır
    Mevlânâ Müzesi'nin İlk Müdürü Yusuf Akyurt'un 23 Şubat 1940 tarihli raporundan öğrendiğimize göre; Selçuklu Devlet adamlarının, Karaman Oğullarının, Osmanlı Sultanlarının ve devlet adamlarının yanı sıra, Mevlânâ'ya muhabbetleri olan zenginlerin hediye ve vakfettikleri kitaplar, Mevlânâ Dergâhı'nın içinde. Derviş Hücrelerinde orada burada dağınık halde imiş. Mevlevihane de müstakil bir kütüphane yokmuş.
    Mevlânâ Dergâhı'nın 24. Postnişîni Hemdem Sa'id Çelebi (1807-1858), evinde bulunan hususi kütüphanesini 1854 yıhnda Mevlânâ Dergâhı'na naklederek vakfetmiş, dergâh içinde yer alan Fatma Hatun Türbesi'ni de Kütüphane yapmıştır. Kendi kütüphanesinden getirdiği kitaplar ile, dergâhta dağınık vaziyette bulunan kitapları bu kütüphaneye kayıt ve tescil etmiştir. Kütüphanenin vakfiyesi bulunmamaktadır. Ancak Hemdem Sa'id Çelebi kendi vakfettiği kitapları, birisi 25x24 mm ölçülerinde, diğeri 23 x 19 mm ölçülerinde oval biçimli olan iki mühürle mühürlemiştir.
    Hamüşan
    Mevleviler ölene "Göçtü-göçündü", "hâmûş oldu", mezarlıklara susanlar vurdu ve susanlar anlamına gelen "Hâmûşân", "Hâmûşhâne", cenazeyi defnetmeye de "sırlamak" derlerdi.

    Dergâhların etrafında genellikte "Hâmûşân veya hâmûşhâneler" yer alırdı. Buralara Mevlânâ'nın soyundan gelenler, dedeler ile mübtedîler defnedilirdi (sırlanırdı).


    Huzur-i Pîr ve Kibâbü'l-Aktâb denilen Mevlânâ'nın Türbesi'nin içi olduğu gibi, türbesinin çevresi de mezarlık yani "Hâmûşhâne" idi. Dergâhın güneyinde ve batısında bulunan hâmüşhâneleri, elde bulunan eski fotoğraflardan da tesbit edebiliyoruz. Ancak nedense dergâhın doğusundan ve kuzeyinden çekilmiş elimizde hiç fotoğraf bulunmamaktadır. Bu bölümlerinde hâmûşâne olduğunu, eski planlardan anlıyoruz. Eski planlarda bu bölümlerin üzerlerine hâmûşân yazılmış. Dergâhın kuzeyindeki bir bölümün üzerine de 'Valideler Mezarlığı" diye yazılmış. Yine bizim Neyzen Selâmı Bertuğ'dan Öğrendiğimize göre, Dergâhın önündeki bir bölümde "Neyzenler Mezarlığı"dır. Demek ki dergâhtaki bir bölüm "Ölen Neyzenlerin", bir bölümde "Ölen Validelerin" defni için ayrılmış bölümlerdir.

    Ölüm Mevlevilerce "Dostun, dosta kavuşması, vuslata engel olan gömleğin çıkarılması ve bir ülkeden bir ülkeye göçtür". Öyle ise ölüm günü vuslat günüdür. Bu günde ney çalmak, semâ etmek ve eğlenmek gerekirdi. Bu düşünce Mevlâna'dan, hele Kuyumcu Selâhaddin'den sonra daha rağbet görmüş, cenazeler ney, tef ve kudüm sesleri eştiğinde götürülmeye ve semâ edilerek gömülmeye başlanılmıştır.

    Mevlevi Şeyhleri matbahta, Ateşbâz-ı Velî Makamı denilen yerde ney ve kudüm sesleri eşliğinde yıkandırdı. Cenazeler sırlanmaya ism-i Celâl okunarak götürülürdü. Cenazeler tabuta konulduktan sonra, tabutun üzerine şeyhin hırkası serilir, sikkeleri de tabutun başına konuluyordu. Dedenin cenazesi kabre konulunca, bu defa dedenin hırkası üzerine örtülür, sikkesi başına giydirilir, sonra da hilâfetnâmesi kıble tarafına, yani cenazenin sağ tarafına konuluyordu.

    Definden sonra, cenazeye gelenler kabrin etrafında halka olurlar, önce Kur'ân, sonra da beş dakika kadar ism-i Celâl okunuyordu, ism-i Celâl'in okunması tamamlanınca, Mevlevilerin içlerinden birisi şu gül-bâng 'i okurdu;


    "Vakt-i şerif hayrola; hayırlar fethola;
    Derviş...............merhum, garka-i gariyk-ı

    Yezdan, hâcesi hoşnûd ola;
    Dem-İ Hazret-i Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi

    Kerem-i İmâm-ı Ali, Hû diyelim, "Hûûû " denilirdi ve daha sonra kabirden dönülürdü.
    Bilindiği gibi Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ûlemâ Bahaeddin Veled 12 Ocak 1231 tarihinde vefat etti ve gül bahçesindeki bugünkü yerine defnedildi. Tekke ve zaviyeler kanunu çıkıp, Mevlânâ Dergâhının Müze yapılmak üzere teslim alındığı tarih ise 11 Eylül 1926'dır. Dergâha müze olarak teslim alındığı tarihe kadar defin yapıldığını düşünürsek, bu alana 695 yıl 7 ay 29 gün defin yapıldı demektir. İslâmiyette bir mezara birden fazla da defin yapılabildiğini de göz önüne alırsak, aradan geçen bunca süre içerisinde dergâhın içinde ve dışında bulunan mezarlıklara, kaç defin yapıldığını tahmin dahi edemeyiz. Müzenin ilk ihata duvarı içerisinde kalan 6500 m2'lik alanın içinde kalan Semahanede, 1996 yılında yapılan araştırma kazısı sırasında iki sıra halinde 8 mezarın çıktığını, 1986 yılında müze avlusundaki mermerlerin yenilenmesi sırasında Hürrem Paşa Türbesi'nin doğu bitişiğinde birkaç tane mezara rastlanıldığını göz önüne alırsak, "Bu alan tamamen mezarlıkmış. Yeni bir bina yapılacağı veya bir bina büyültüleceği zaman, mezarlar nakil bile edilmemiş, mezarların üzerine ya yeni bina yapılmış, veya olan binalar ihtiyaca göre büyütülmüş" diyebiliriz.

    Konya Mevlâna Asitanesi 
    Konya Mevlâna Külliyesi, teşekkül, teşkilât ve misyon itibariyle Mevlevîliğin "Âsitânesi" 'dir.



     Farsça'dan dilimize geçen "Âsitân" kelimesi, "Eşik; Padişahların, önder ve liderlerin dergahı; Nebilerin, velilerin kabirleri; Payitaht (Başkent)" gibi anlamlara gelir.Âsitânelerin "Dergah", "Tekke", "Zaviye", gibi tarikat yapılarından farklı yönlerini şöylece sıralayabiliriz:
           * Âsitâneler, bir tarikatın ana, merkez binasıdır.
           * Âsitâneler, çeşitli yerlerde açılan şubeleriyle çalışır, onlara merkezlik eder.
           * Âsitâneler, taşıdığı idari vazife, sorumluluk gereği görevlisi bol ve tam teşekküllü idari binalardır.
           * Tarikate girmek isteyenler "Çile" yi âsitânede çıkarırlardı.
           * Tarikat liderinin kabrinin bulunduğu yapıdır.Bu sebeble Âsitâneye "Huzur", "Huzur-u Pir" , "Pir Evi" de denilmiştir.
           İşte Konya Mevlâna Ma'muresi, bütün bu özelliklere sahip bulunan "Mevlevî Âsitânesi" dir.
           "Dergâh" ise Farsça "Kapı, kapı mahalli, eşik, tekke, toplanılacak yer," gibi anlam gelir. Daha geniş anlamlara ve mahiyete sahiptir.
           "Tekke" kelimesinin doğru şekli "Tekye" dir. Farsçadır."Dayanak, Dayanılacak yer" demektir. Sûfilerin toplantı ve kalacak yerlerine verilen genel addır.
           "Zaviye", "Sığınılacak yer, bucak, köşe" anlamındadır. Tekke'den daha küçük, mütevazi yapılardır.
     KONYA MEVLÂNA ÂSİTÂNESİ
           Tefekkür ve tasavvuf tarihimizin ünlü siması Mevlâna Celaleddin Rûmi (D. 30.09.1207, Belh- Ö. 17.12.1273, Konya)'nin babası Sultânu'l Ulema Bahauddin Veled, 1231 yılında vefat eder.Vasiyetine uyularak sağlığında sık sık gezintiye geldiği, sur önündeki "Gül Bahçesi" ne gömülür. Daha ilk günden itibaren ziyaret edilmeye başlanılan bu mütevazi kabir, bu günkü muazzam Mevlâna Ma'muresi'nin ilk yapısını teşkil eder.
           Ünlü vezir Muinüddin Pervâne başkanlığındaki bir heyet, babasının yerine posta buyur edilen Mevlâna'ya gelerek, kabrin üzerine, ona yaraşır bir türbe yapmak için başvuruda bulunurlar. Ama Mevlâna "Madem ki senin yapacağın kubbe, feleklerin kubbesinden daha güzel olmayacaktır; O Halde bırak da onun mezarı, bu gökkubbesi ile kalsın; bundan vazgeç." diyerek taraftar olmamıştır.
           Mevlâna, 17 Aralık 1273 tarihinde vefat edince, babasının başucuna hazırlanan kabre defnedilmiştir.
           Vezir Muinüddin Pervane, eşi Gürci Hatun, Alâmeddin Kayserî, Bedreddin Tebrizî gibi tanınmış kişilerden oluşan bir heyet bu defa onun ihya ve irşad postuna getirilen oğlu Sultan Veled'e başvurarak Mevlâna'nın üzerine ona lâyık bir türbe yapmak istediklerini belirtirler. Sultan Veled, sukût eder. Onun bu tutumunu, "sukût ikrardan gelir" şeklinde yorumlayarak güzel bir türbe inşa ederler. Bu, eyvan tarzında tipik bir Selçuklu türbesidir, üzeri yıldız tonozla örtülüdür. Doğu, Batı ve Güneyi kapalı, kuzeyi açıktır. Cesedi, mahzendedir. Onu, üst kattaki sanduka sembolize eder. Üzerine, Selçuklu ahşap sanatının muhteşem örneklerinden olan görkemli bir sanduka yerleştirilir. Onun bu sandukası günümüzde babasının üzerindedir. Sultan Veled 10 Recep 712 / 1312 tarihinde vefat edince, babasının sağ yanına defnedilmiştir.
           Mahzen hariç, mimar Bedreddin Tebrizi'nin yaptığı türbe hayli değişikliğe uğramıştır. Günümüzde türbenin "Kubbe-i Hadra" (Yeşil Türbe) diye anılmasını sağlayan yeşil çinilerle kaplı dilimli gövdeli ve külahlı muhteşem gövde ilk türbenin üzerine Karamanoğlu Ali Bey (1357-1358) tarafından yaptırılmıştır. (799 / 1396)
           Mahzenin gövde ayaklarının, kemerlerin, yıldız tonozlu örtünün ve bunu örten içte kalmış olduğu kubbenin ilk yapıdan kalmış, diğer kısımlarının mimari ve tezyini büyük değişiklikler gördüğünü bildiğimiz türbe, 25 m yükseklikte. Sikkeli, hilalli, külah alemi, 2.72 m boyunda olup, altınsuyu ile kaplıdır.
           Mevlâna'nın kabir ve türbesi, zaman içerisinde yakınlarının, dostlarının ve müntesiplerinin kabirleri ile donatılarak Konya'nın en büyük mezarlıklarından biri oluşmuştur. Ziyaretçilerin ihtiyacını karşılamak üzere de hücreler inşa edilmiştir.Bu yapılanma yedi asrı aşan sürede günümüzdeki muazzam ma'mureyi meydana getirmiştir.

           DIŞKAPILARI:
                Mevlâna Âsitânesi'nin dört yönde birer dışkapısı vardır. Dervişân Kapısı günümüzde ziyaretçilerin kullandığı batıdaki kapıdır. Dervişler buradan girip çıktıkları için bu adı almıştır. Buradan,vaktiyle mezarlık olduğu için "Hâmûşân" diye anılan geniş avluya geçilir. Hâmûşân Kapısı güneydedir. Tarihî Türbe (Üçler) Mezarlığı'na açıldığı için bu adla bilinir. Üzerinde Sultan II. Abdulhamid'in tuğrası mevcuttur. Pir Kapısı doğudadır."Küstâhân Kapısı" diye anılır. Görülen lüzum üzerine âsitâne'de kalması uygun bulunmayan veya bu hakkı kaybedenler bu kapıdan yavaşça dışarıya buyur edilerek kendisine "seyyah" verilirdi. "Çelebi Kapısı" kuzeydedir. Bu yönde bulunan konaklarda oturan Çelebiler kullandığı için bu adı almıştır. 6225 m2 lik bir alana sahip bulunan "Konya Mevlâna Âsitânesi" bu dış kapılarla çalışıyordu.

           DERVİŞ HÜCRELERİ:
    Küçük odacıklar olan bu mekânlar, tarikat mensuplarına tahsis edilmiştir. Sultanu'l Ulema'nın kabrinin teşkilinden itibaren gelmeye başlayan ziyaretçilerin kalması için birkaç hücre yaptırıldığını biliyoruz. Bugünküler Osmanlı dönemine aittir. Batıdakileri Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılan bu özel mekânlar, zaman içerisinde bazı tamir, tebdil ve tecdidlerle günümüzdeki şekil ve görevlerini almışlardır. Sultan III. Murad'ın 992 / 1584 yılında diğer hücreleri inşa ve ilave ettirdiğini kitabesinden öğreniyoruz.Hücrelerin toplam sayısı 18'dir. "18" rakamı ise Mevlevilikte önemli, saygın ve sembolik bir sayı olup, "Nezr-i Mevlâna " diye bilinir.
    Derviş Kapısı'ndan girerken sağ taraftaki hücreler, sırasyla: "Aşçı-başı Efendiye", "Türbedar" a, "Tarikatçi Efendi'ye" ve zâbitana aitti. Kuzeydeki hücrelerin gerisindeki bahçede görülen genişçe bina, "Çelebi Dairesi" diye de anılan misafir-hânedir.

           MEYDÂN-I ŞERİF:
    Güney batı köşede, mutfağın bitişiğindedir. Şimdi müdür odasıdır. 1867 yılında inşa edilen bu son derece önemli salonun tavanı motiflerle süslüdür. Herkesin girmesi uygun olmayan bu mekanda "Postnişin Hazretleri" ile davet ettiği şahıslar girebilirdi. Başta âsitâne olmak üzere imparatorluğun dört bir yanına yayılmış bulunan, toplam sayıları yüzü aşkın şubelerin işleri burada görüşülürdü. Yönetimle ilgili işler, mükâfaat ve mücâzaat konuları bu mahrem ve saygın mekanda ele alınarak karara bağlanırdı.

           MUTFAK:
    İki tanedir. Biri eski mutfak olup, kuzeydeki bahçede, Çelebi dairesinin yanındadır. İkincisi ise batıdaki avlunun güney batı köşesindedir. Meydân-ı Şerif ile birkaç odacığa bitişiktir. Bodrumunda kiler bulunan bu önemli yapı, tam teşekküllüdür. "Ocakbaşı", yemek yenen "Somatlık" gibi, hizmetlilerin kaldığı "Canlar Odası" da buradadır.
    "Mutfak" hem aşın hem de tarikata girmek isteyen adayın kontrol edilip, ruhen pişirildiği gözde mekândır. Mübârek tutulur. Adayın kendisini denemek için belli bir süre kaldığı postun bulunduğu seki de mutfağın önemli müştemilatındandır. Mutfağın en yetkili yöneticisi, son derecede önemli makama sahip bulunan "Ateş-baz Velî" ünvanıyla anılan şahıstır. Adayın kontrollerle liyakat derecesini o tayin ederek, kalıp kalmayacağını o teklif eder idi. Onayı alana hücrede yer gösterilirdi. Dervişliğe kabul edilen kişiye "Sema" talimleri de Somatlık'daki özel yerde yaptırılırdı.

           ÇELEBİ DAİRESİ:
    Güneyde, Kıbâbu'l Aktâb'ın duvarına bitişik, Hâmuşân'a nâzır olarak sonradan yapılmış, kârgir, camekânlı, genişçe mekândır. Meşhur "Niyaz Penceresi" de burada kalmıştır. Dergah meşayihinin misafir ve görüşme salonu iken günümüzde 'Mevlâna Müzesi İhtisas Kütüphânesi' olarak kullanılmaktadır.        

           KÜTÜPHÂNE:
    Âsitânede özel bir kütüphânenin tesisini, 1271 /1854 yılında Mehmed Said Hemdem Çelebi gerçekleştirmiştir. Âsitâneye ait okunmak üzere alınmış olan ne kadar eser varsa hepsini toplatarak bir araya getirtmiştir. Dervişlerde, Çelebilerde, dolaplarda, sergenlerde, raflarda, hücrelerde bulunarak derlenen bu nâdide eserlere özel kütüphânesini de bağışlayıp katan Hemdem Çelebi böylece bir büyük hizmeti daha gerçekleştirmiştir.

           MİSAFİRHÂNE:
    Ma'murenin kuzey batı tarafındaki bahçede bu yöndeki derviş hücrelerinin arkasındadır. Tek katlı olup, dört oda ve bir de salondan meydana gelmiş kârgir binadır. Postnişîn Efendi, cuma ve bayram tebriklerini burada kabul ettiği için buraya "Şeyh Dairesi" denildiği de olmuştur.

           AVLULAR:
    Âsitâne'nin Dört tarafı avluludur. Bunlar: I. 'Hadîkatu'l Ervah' (Ruhlar Bahçesi). Batıdadır. Şadırvan ve havuz buradadır. II. 'Hâmuşân;' Güneydedir. Ortasında küçük bir havuz vardır. Türbe mezarlık tarafında olduğu için bu adı almıştır. III. 'Doğu Avlu:' Doğu taraftaki bu avluda şimdi mezar taşları sergilenmektedir. IV. 'Kuzey Avlu:' Bu tarafta yer alan gül bahçesinden ingin bir duvarla ayrılmış durumdadır. "Çelebiler Kapısı" ve "Valideler Mezarlığı" buradadır.
    Avluların hepsi de önceleri ünlü Mevlevîlerin gömüldükleri mezarlık durumunda idiler. 1927 yılında müze olarak yapılan düzenlemeler sırasında, taşları doğu avluya nakledilerek buralar, bahçe haline getirilmişlerdir. Hürrem Paşa, Sinan Paşa, Hasan Paşa, Fatma Hatun ve Mehmet Bey Türbeleri de avlularda yer alan Osmanlı eserlerindendir.

           ŞEB'İ ARÛS HAVUZU:
    Batı avluda, mutfak ve Meydan-ı Şerif'in önündedir. Eski takvimle, Mevlâna'nın vefatının yaz mevsimine rastladığı yıl dönümlerinde törenler bu havuzun çevresinde yapılırdı.

           ŞADIRVAN:
    Batıdaki avlu olan Hadîkatu'l Ervah'da bulunmaktadır. Ortasındaki yekpâre mermer havuz, Ulu Arif Çelebi'ye, Kütahya'dan hediye olarak gönderilmiş olup, şadırvanın yapımında buraya yerleştirilmiştir. Su, Yavuz Sultan Selim tarafından getirilmiştir. Buna dair kitabesi güneydedir. Onarımlar görmüştür.Üzeri sayvanla örtülüdür.

           SELSEBİL:
    Batıdaki avluda, bu yöndeki derviş hücrelerinin önündedir. Hemdem Said Çelebi tarafından yaptırılmıştır.

           TİLÂVET ODASI:
    Türbe ve mezarların bulunduğu kapalı mekânlara girişi sağlayan odadır. "Okuma Odası" olarak kullanılmıştır. Günümüzde Osmanlı döneminin ünlü hattatlarının nâdide eserleri, Harem-i Şerif maketi, kündekâri kapak gibi müzelik eşyalar sergilenmektedir. Buradan "Gümüş Kapı" ile "Kademât-ı Pir" denilen mekana geçilir. Mevlevi kültüründe önemli yeri olan "Gümüş Kapı" Sokulu Mehmet Paşanın oğlu Hasan Paşa tarafından 1008 / 1599 yılında hediye edilmiştir. Hat ve tezyinatla bezelidir.

           KADEMÂT-I PÎR:
    Gümüş kapıdan doğuya doğru, Mevlâna'nın türbesi önüne kadar uzanan mekândır, Güneyinde, paralel olarak "Kibabu-l Aktab" yer alır. Kuzeyinde mescid, Horasan erleri ve semahâne bulunmaktadır. Üzeri üç kubbe ile örtülüdür. "Dahil-i Uşşâk" diye de bilinir. Mevlâna'nın türbesinin önündeki Post Kubbesinin altında sona erer.

           KIBÂBU'L AKTÂB:
    "Kutupların Kubbeleri" anlamına gelen bu mekân, Mevlâna yakınlarının ve ünlü Mevlevîlerin sandukalarının bulunduğu yer olup genişçe iki kubbe ile örtülüdür. Duvarları hat ve motiflerle süslenmiştir.

           GÜMÜŞ KAFES:
    Kuzeyi açık eyvan tarzındaki Mevlâna türbesinin bu yönünde bulunur. İki fil ayağının arasındaki mermer şebekelerin ortasındadır. Gümüşle kaplı olduğu için bu adı almıştır.Önünde "Gümüş Eşik" ve "Gümüş Basamaklar" (Mirâc-ı Sîm-pâye) bulunmaktadır. Bunların altında, türbenin mahzenine inişi sağlayan merdiven varsa da mahzen kapısı örülü durumdadır.
    Mevlevilerce son derecede önemli olan "Gümüş Kafes", Maraş Mir-i Mírânı Mahmud Paşa tarafından, kalem-kâr İlyas'a yaptırılmıştır. Son derecede zarif ve gayet sanatlı olarak meydana getirilmiş olan bu eserin üzerinde, şair Mâni'nin 32 beyitlik Türkçe manzumesi yazılıdır.Yazı, Mirza Ali'ye aittir.

           ÇERAĞ KAPISI:
    Gümüş Kapı'dan, Dâhil-i Uşşâk'a girilince solda vaktiyle kandil, şamdan ve mumların bulundurulduğu yerde olduğu için bu adı almıştır. Mescid'e açılır.

           MESCİD:
    Dahil-i Uşşâk'ın kuzeyindedir. Semahâne ile müşterek yapılmıştır. Her ikisi de Kanuni Sultan Süleyman zamanına tarihlenir. Üzeri yüksek geniş ve ferah bir kubbeyle örtülüdür. Mermer kürsüsü, mihrabı, kârgir müezzin mahfili dikkati çekecek zerafettedir. Günümüzde Sakal-ı Şerif, nâdide yazma eserler ve müzelik değeri büyük olan eşyalar sergilenmektedir.

           SEMAHÂNE:
    Mescidin doğu bitişiğimdedir. Mimari yönden Kânuni Devri özelliklerini taşır. Üzeri geniş ve ferah bir kubbeyle örtülü olup, altında bulunan geniş mekân semâ yapılan Meydan-ı Şerif'tir. Doğu ve kuzeyinde Sultan II. Abdülhamit'in inşa ettirdiği (1306/1881) iki katlı mahfiller yer almıştır. Bunların alt katı mutribân heyetine ve misafirlere; üst kat ise hanımlara aittir. Güneyinde "Naathân Mevkii" görülür.
    Semahâne ve mescidin kubbe ve duvarlarında yer alan sıra ve pencereler içeriye ferah bir görüntü kazandırırlar. "Şeriat" ve "Tarikat" sembolleri olan bu iki mekânın arasında ingin bir süs duvarı mevcuttur. Bunun süslü, az yüksek ve kapılı olması, "Şeriat" ile "Tarikat" birliğini ve beraberliğini de sembolize eder gibidir.
    Her iki mekândaki vitrinlerde Mevlâna yakınları ve Mevlevîlere ait nâdide eşyalar, folklorik, etnografik malzemeler sergilenmektedir. Müze olduktan sonra buraya armağan edilen değerli objeler de vitrinlerde alâka ile seyredilmektedir.

           DİĞER YAPILAR:
    Mevlâna Âsitânesine yedi yüz yıllık tarihi içerisinde bir çok sosyal, dînî ve kültürel yapılar eklenmiştir. Türbe (Kürkçüler) Hamamı, Selimiye Camii, İmâret, Yusuf Ağa Kütüphânesi, Muvakkıthâne, Türbe (Sultan Veled) Medresesi bunlardandır. Bir kısmı son yarım asır içerisinde maalesef kaybolmuştur.
    Başta "Âsitâne" olmak üzere bütün Mevlevihâneler, bol gelirli,zengin vakıflarla yönetile gelmişlerdir. "Celaliye Evkafı" adıyla bilinen bu vakıfların her türlü ihtiyaca cevap veren gelirleri sayesinde Mevlevilik ve Mevlevihâneler, gayrinin yardım, destek, dolasıyısıyla baskı ve tekliflerine konu olmadan görevlerini ifâ ve icrâ etme imkanıyla yaşamışlardır.
    Konya Mevlâna Âsitânesi, İcra Vekilleri Heyeti'nin 2 Eylül 1341 /1922 tarihli kararıyla, diğer tekke, dergah ve zaviyeler gibi seddedilmiştir. Aradan fazla zaman geçmeden, Mevlâna Âsitânesi'nin "Âsâr-ı Atika Müzesi" haline getirilmesi uygun görülmüştür. Gerekli düzenlemelerden sonra Âstâne, 2 Mart 1927 tarihinde "müze" olarak merasimle ziyarete açılmıştır.Bu gün yurdumuzun Topkapı Sarayı'ndan sonra en çok ziyaretçisi olan müzesidir.

    Mavi Yeşil Karadeniz Turu