16 Haziran 2016 Perşembe

Bu yaz Çeşme Zamanı



 

 

 Selamlar Sevgili Gezginler;

Bugün siz Gezmek Güzeldir gurubuna özel yeni bir tatil bülteni hazırladık, Bircoğumuz tatil planlarını çoktan yaptı bile, diyelim ki Çeşmeye gittiniz.İyi ama herkes gibi klasik bir tatil geçirmeye niyetiniz yok değil mi? Öyleyse size soralım.

 

Peki, siz Çeşme’de ne yapıyorsunuz? Hala Aya Yorgi’de denize girip Alaçatı’nın sokaklarında tur atmakla mı yetiniyorsunuz? Bu yazımızda Çeşme’nin büyük ihtimalle bilmediğiniz hazinelerini açıklıyoruz.

 

 

 

 

 

 



GERMİYAN



Çeşme’nin en güzel koylarından biri… Bölgenin tek Türkmen köyü olan Germiyan’da hayat sanki birkaç kilometre ötede o büyük beach club’lar, 5 yıldızlı oteller yokmuş gibi sükunetle devam ediyor. Merkeze yakınlığına rağmen hiç bozulmayan bu köyde aradığınız huzuru bulabilirsiniz.


GERMİYAN 5’LİSİ

•    Köy meydanındaki tarihi kahvede menengiç kahvesi için. Bir akşam üstü sokaklarda dolaşın.
•    Sadece İzmirlilerin bildiği ekşi mayalı meşhur Germiyan ekmeğini tadın.
•    Germiyan’a özel bamya yemeği, Bazina’nın da tadına bakın.
•    Germiyan Plajı’nda turkuvaz mavisi denizin tadını girişte 50-60 lira ödemeden çıkarın.
•    Köy kahvehanesinin karşısında meşhur Nejat amcanın manavından yüzde yüz organik meyve ve sebzeleri satın alın.


ILDIRI



El değmemiş bir sahil kasabası… Gerçek anlamda köy hayatı burada devam ediyor. Adını meşhur kızıl toprağından alan kasaba, gerçekten gün batımında eşsiz bir kızıl manzara sunuyor ziyaretçilerine… Minik minik adalarıyla meşhur Ildırı’ya uğramayı unutmayın.


ILDIRI 5’LİSİ

•    Mutlaka Turkuaz Kafe’de sakızlı muhallebi yiyin.
•    Bu beldeye özel enginarları, bardacık incirini almadan dönmeyin.
•    Su Ürünleri Kooperatifi’nden bölgenin en ucuz ve en taze levrek ve çipurasını alın.
•    Amfi tiyatroyu geçip tepeye biraz tırmanıp adalara doğru eşsiz gün batımını izleyin.
•    Manzara Kafe’de günü batırıyorsanız, meşhur lokmalarından tatmayı ihmal etmeyin.


ÇİFTLİKKÖY



Çeşme’nin Sakız adasına en yakın bölgesi… İçi sapsarı kavunu, domatesi, altından kumları, kitesurf’ü, çiçek balı ve daha neleri neleri meşhur. Her tarafı sit alanı olan bu bölge tam anlamıyla el değmemiş bir doğa harikası… 


ÇİFTLİKKÖY 5’LİSİ

•    Canbaba’nın ıstakozunu ve deniz börülcesini tatmadan dönmeyin.
•    Çiftlikköy’ün kekiği ve balı da meşhur…
•    Pırlanta Plajı’na gidip kite surf’ü deneyebilirsiniz.
•    Kalamarya’da hem uygun fiyata lezzetin tadını çıkarırken günbatımını izleyin.
•    Altınkum’da buz gibi ve masmavi suyun tadını çıkarın.


ŞİFNE



Alaçatı ve Ilıca’ya sadece 5 dakika ama sessizliğine ve sakinliğine bakarsanız sanki kilometrelerce uzakta. İzmirlilerin en çok sevdiği Çeşme koyudur Şifne. Eski İzmirlilerin hepsinin yazlığı burada ve hemen yakınındaki Paşalimanı’ndadır.


ŞİFNE 5’LİSİ

•    Meşhur Laika’nın levreğini yiyin.
•    Şifne’nin şifalı ılık sularında sıcağın tadını çıkarın.
•    Şifne’nin Ünlü Pide’si Ilıca’daki Dost Pide’ye rakip olabilecek kadar güzel.
•    Geçen yıl popülerleşen Aqua’da günbatımında sıcak havuz keyfini yaşayın.
•    Salaş balıkçı keşfetmek istiyorum diyenlere ise önerimiz yol üzerindeki Yalı Balık.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Göller ve Güller

GÖLLER VE GÜLLER
 
 

         Isparta, Türkiye’nin gül ve gülyağı üretim merkezidir. 
 
Yağcılıkta kullanılan güller,Anadolu’ya XIX. yüzyıl sonlarına doğru Bulgaristan göçmenleri tarafından getirilmiştir. Isparta’da ise ilk yağ gülü üretimi 1888 yılında ve gülyağı üretimi de 1892 yılında "Müftüzade İsmail Efendi" tarafından gerçekleştirilmiştir. XIX. yüzyıl sonlarında, Türkiye’de gülcülük, öncelikle, Bursa’da, Akdeniz Bölgesi’nin ve Ege Bölgesi’nin bazı yörelerinde yapılmaya çalışılmışsa da çeşitli nedenlerle nitelikli üretimde başarılı olunamamıştır. Ülkede Isparta ve Burdur yöresi, yağ gülü yetiştirilmesi için çok uygun toprak ve iklim şartlarına sahip olduğundan, gülcülük tarımı öncelike Isparta’da olmak üzere, bu yörede oldukça tutulmuş ve yaygınlaşmıştır.
    İlde en uygun gül dikim mevsimi kasım ve aralık aylarıdır. Gül fidanlarının dikimleri, bakımlarıözel ihtisas gerektirir. Gül bahçeleri yazın temmuz ve ağustos aylarında sulanmalıdır. Gülfidanlanndan dikildikleri ilk yıl ürün alınmaz. Ürün vermeye ikinci yılda başlarlar. Bir gül fidanındanortalama 5 yıl süre ile ürün alınabilmektedir. Bir kez, gül fidanından hasat başladıktan sonrada, gül çiçeklerinin, o fidandan ara vermeden toplanması gerekmektedir. Havaların uygun olması halinde mayıs ayı sonlarında gül çiçekleri toplanmaya başlanır. Bu başlama işi bazı yıllar haziran başlarınakadar da uzatılabilir. Gül çiçeklerinin toplanmasına sabah saat 05:00’te başlanır, bu toplama işlemine saat 10:00’da son verilir. Gül çiçeklerinin, mutlaka, henüz üzerinde sabah çiği bulunduğu ve henüz güneşin vurmadığı saatlerde toplanması gerekmektedir. Aynca, gül çiçeklerinin günlük olarak toplanması da, kaliteli gülyağı elde edilmesi bakımından çok önemlidir. Güller sapsız olarak düğümleri ile birlikte toplanır. Toplamada makas ve benzeri kesici aletler kullanılmaz. Genelde gül toplama mevsimi 25-30 gün kadar sürer. Bir dönümlük bir gülbahçesinde 1000-1200 kadar gül fıdanı bulunur. Bir fidanın yıllık çiçek verimi yaklaşık olarak 500-600 gr’dır. Toplanan güller sepetlere konur. Bunlar daha sonra küfelere ve çuvallara aktanlır ve işlenmek üzere fabrikalara veya imalathanelere gönderilir. Gülyağı işletmesi, toplanan gül çiçeklerini aynı gün işlemek zorundadır. Gül çiçeğinin işlenmesinde bir gecikme olursa verim ve nitelik düşük olur. Gül çiçeği toplanması gibi gülyağı üretimi de yılda bir ay kadar sürmektedir.
    Türkiye’de gülyağı üretiminde kullanılan gül çiçeklerinin yetiştirildiği bahçelerin % 90’ı Isparta’da, % 10 kadarı da Burdur’da, Afyonkarahisar’da ve Aydın’da bulunmaktadır. Gülyağı çoğunlukla parfümeri sanayiinde kullanılır. Üretilen gülyağı daha ziyade başta Fransa olmak üzere, İngiltere, ABD, Almanya, Hollanda, İtalya ve bazı Arap ülkelerine satılmaktadır. Dünyada başlıca gülyağı üretici rakip ülkeler: Bulgaristan, Sovyetler Birliği, Fas’dır. Fakat en nitelikli yağ gülleri ise Bulgaristan ve Türkiye’de üretilmektedir.
    Başlangıçta, gülyağı üretimi yörede çok ilkel imalathanelerde yapılmıştır. Isparta’da ilk gülyağı fabrikası, Atatürk’ün Isparta’ya gelişlerinde verdiği talimat üzerine 1935 yılında kurulmuştur. Gülbirlik Tarım Satış Kooperatifi, Isparta ve yöresinde yetiştirilen gül üretimin çok büyük kısmını üreticiden alıp işlemekte olan kooperatif kuruluşudur. Bu Birliğin, Isparta ve yöresinde 6 kooperatifi bulunmaktadır. Birliğin ortak sayısı ise 8.000 kadardır. 

Gül Üretimine İlişkin Belli Başlı Aşamalar:
Gülyağı: Parfüm ve kozmetik sanayinin en önemli ve en pahalı ham maddelerindendir. Gülyağı pembe yağ güllerinin buharlı distilasyon yöntemiyle kaynatılmasıyla üretilir.
Gül Konkreti: Fermantasyona uğramamış, rengini ve kendine has yapısını bozmamış son derecetaze pembe güllerin extraction metodu ile işlenmesinden elde edilen krem kıvamında, koyu vişne çürüğü rengi görünümünde katı gülyağıdır. Bu da parfüm ve kozmetik sanayinin ham maddelerinden biri olan absolüt üretiminde kullanılır.
Gülsuyu: Gülyağı üretim esnasında elde edilen yağlı suyun (mayanın) bire bir oranındadamıtılmış, saf, temiz ve sıcak su ile karıştırılması sonucunda elde edilen gül kokulu naturel sudur.Gül sularının naturel olması, zararlı madde içermemesi nedeniyle bazı yiyecek maddeleri ve tatlılarda aroma olarak, cildi besleyici ve dokuları gerginleştirici özelliği nedeniyle vücut ve makyaj temizliğinde kullanılmaktadır
    
Göller Kenti Isparta:
Isparta İli, Akdeniz Bölgesi’nin batı bölümünde ve iç kesiminde yer alır. "Göller Bölgesi"ninmerkezi konumundadır. İl, 30°20’ve 31°33’ doğu boylamları ile, 37°18’ ve 38°30’ kuzey enlemleri arasındadır.
      Isparta doğudan Konya’nın Beyşehir, Doğanhisar ve Akşehir ilçeleri; kuzeyden Afyon’un Çay, Şuhut, Dinar ve Dazkırı ilçeleri; batıdan Burdur’un Merkez, Ağlasun ve Bucak ilçeleri; güneyden ise Antalya’nın Serik ve Manavgat ilçeleri ile komşudur. İlde Merkez ilçe ile birlikte, Aksu, Atabey, Eğirdir, Gelendost, Gönen, Keçiborlu, Senirkent, Sütçüler, Şarkikaraağaç, Uluborlu,, Yalvaç ve Yenişarbademli olmak üzere 13 ilçe vardır. Merkez ilçeden sonra gelen en büyük ilçe merkezi Yalvaç’tır. En az nüfuslu ilçe ise Yenişarbademli’dir.
     İlin yüksek ve engebeli olan toprakları, kuzeydoğudan ve doğudan Sultan Dağları, Beyşehir Gölü, Göl Dağları’nın güney uzantıları, güneyden Antalya Havzası’nın yüksek kesimleri, batıdan ve güneybatıdan Karakuş Dağları, Söğüt Dağları, Burdur Gölü ile Ağlasun ve Bucak yaylaları gibi doğal sınırlarla kuşatılmıştır. Isparta ili toprakları genelde engebeli bir yapıya sahiptir. Yöredeki, yüksekliği 3000 metreyi bulan dağların yanında, ova ve vadi özelliğindeki düzlükler, değişik büyüklükteki tabii göller İlin doğa yapısını belirlemektedir. İlin rakımı 1.050 m. civarındadır.
 
 
 
Türkiyenin  Gülen Yüzü
   
 GÜLÜN TARİHÇESİ
   

    İnsanın günlük yaşamında çok özel bir yeri olan gül; 
aşkın, güzelliğin, sevginin ve saygının ifadesini en güzel bir şekilde bünyesinde toplayan bir çiçektir. Kuzey yarım küre bitkisi olan gülün orijini Doğu Asya'dır. Kesin olmamakla birlikte gül yağı ve gül suyunun ilk olarak İran veya Hindistan'da üretildiği, buradan Anadolu, Avrupa, Kuzey Afrika ve Doğu Asya'ya yayıldığı bildirilmiştir.
    Fosil kaynaklı kayıtlara göre, gülün yeryüzündeki varlığı en az 35 milyon yıllık bir geçmişe sahiptir. Gül çiçeğinin insanlık tarihindeki yeri ve önemi ise en az 5000 yıllık çok renkli bir geçmişe dayanır.
    Anavatanı olan Orta Asya’dan ticaret yolu ile dünyanın diğer bölgelerine ulaşmış olan gül, güzel kokusu, tıbbi değeri ve beslenmedeki yeri dolayısıyla antik çağlardan beri efsanelere konu olmuş ve güzel kokunun peşinde olanlar için vazgeçilmeyen bir çiçek olmuştur. Hatta öyle ki, antik dönemde Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar için gül bahçeleri, en az buğday tarlaları ve meyve bahçeleri kadar önem taşımıştır.
    Gül kokusunu kalıcı yapmak için tarihte ilk yöntem antik çağlarda Mısır, Mezopotamya, Hint ve Çin gibi medeniyetler tarafından kullanılan yağlarla maserasyon (gül çiçeklerinin uygun yağlarda belli bir süre bekletilme yöntemi) olmuştur.
    Daha sonra ise M.Ö. 3500’de keşfedilen su ile ekstraksiyon (belli metodlarla gül çiçeklerinin suda bekletilmesi ve sonra süzülerek bu suların kullanılması) yöntemi uygulanmıştır. Daha sonra, M.Ö. 50’de insanlığın keşfettiği “ruhunu yakalamak” usulü yani damıtma ile elde edilen ürünler ortaya çıkmış, gülsuyu haline gelmiştir. Son aşamada da bu gülsuyunun içindeki güzel kokulu yağ taneciklerini toplamak için çaba harcayarak gül yağı dediğimiz gül esansını elde etmek olmuştur.
ISPARTA DA GÜL ÜRETİMİ NASIL BAŞLADI?    
    Isparta da gülcülüğün binlerce yıl gerilere giden, eski, köklü bir tarihi yoktur. Isparta gülcülüğü, en çok 150 yılı bile geçmeyen bir tarihe sahiptir. Daha gülcülük Isparta'da bilinmez iken Burdur, Denizli, Çal yörelerinde Gül tarımının yapılmakta olduğu bilinmektedir.    
    Gülcülüğü Isparta'ya, Yalvaç ilçesinden gelip Isparta'ya yerleşen Meydanbeyoğlu, Mehmet İzzet'in oğlu İsmail Efendi getirmiştir. Bu getirişin de çileli, çok ilginç bir öyküsü vardır.
    İsmail Efendi, iyi bir medrese eğitimi almış ve kendini sürekli geliştirerek görüş açısı oldukça geniş bir kişi olarak yetişmiştir. Gülcüzade İsmail Efendi’nin ilk ticari teşebbüsü dokumacılık olmuş, çeşitli ustalardan aldığı bilgilerle kurduğu dokuma tezgahları sayesinde bu mesleğin Isparta ve Burdur çevresinde hızla yayılmasını ve bir çok kişinin bu mesleği öğrenmesini sağlamıştır. 1889 yılında Bulgaristan’a bağlı Kızanlık bölgesinden Denizli’nin Çal ilçesine gelen bir tapu memurunun gül çiçeğinden yağ elde edebildiğini öğrenmesi ile bu kişi ile mektuplaşmış ve Gülcülük üzerine geniş bilgilere sahip olmuştur.         İ
    İsmail Efendi her Isparta'lı gibi bilinçli, uyanık, yeni bir şeyler öğrenmeye, yapmaya susamış, kendine güvenli, çalışkan, sabırlı, hırslı, direnme gücü olan, inatçı kişiliğe sahip bir kişi idi. O vakte dek, Isparta ovasına ne ekilip dikilir ise pek gelir getirmiyor, çalışıp çabalamalar boşa gidiyordu.   
    İsmail Efendi şöyle komşu illere Burdur, Denizli, Çal yörelerine doğru bir geziye çıktı. Oralarda ne ekip dikiyorlar, topraktan nasıl daha çok gelir sağlıyorlar baktı, çekti. Gülcülük büyük oranda yapılır ise iyi para getirir, Isparta topraklarında da gül yetişir, kanısına vardı. Hiç vakit geçirmeden otuz dekar toprak sağladı. Çukurları açtırdı. Çevrede bulunan süs güllerinin içinden yağ gülü olabileceklerden, fidanlar aldı. Otuz dönüm yerin otuz dönümüne de gül dikti.   
    Yeni dikilen gülün üç ile beş yıl sonra en iyi ürün vereceğini biliyordu. sabırla gül bahçesini aksatmadan suladı, yabani otları yoldu, çapaladı, o günlerin koşullarına göre zararlı böcekleri öldürücü ilaçlar attı.   
    Daha üçüncü verim yılı gelmeden gülyağı çıkarma işinde kendine gerekli olacak araçların bazılarını yerli ustalara Isparta'da yaptırdı. Ustaların yapma güçlerinin dışında kalanları da Bulgaristan'a dek gitti; oradan aldı, geldi. Güzelce, noksansız bahçesine kurdu. Gülyağı çıkarırken gerekecek suyu da "Bambullu Ceviz" denen yerden getirdi, bahçesine akıttıktan sonra, sabırla üçüncü ürün yılını beklemeye başladı  
     Parasal yönden de sıkıntı, bunaltı içindeydi. Müthiş paraya gereksinmesi vardı. Büyük bir girişimde bulunmuş, atılım yapmıştı. Otuz dönüm toprak sağlamış, çukur kazdırmış, gül fidanlarını diktirmiş, gülyağı çıkarılmasında gerekli olacak araçlara da pek çok para vermiş, yatırım yapmıştı. İyi ürün alır, gülyağı çıkarır, eline toptan para geçerse, harcını borcunu ödemeyi düşlüyordu. Dört gözle beklemekte olduğu üçüncü ürün yılı geldi. Don, kar, kış, rüzgar, yağmur, dolu... anlayamadığı bir tabiat olayı nedeniyle gül fidanları hiç çiçek vermediler. Emekleri, harcadığı bunca para boşa gitti. Umudunu bir yıl sonrasına, dördüncü ürün yılına bağladı. O yıl da bahçesi iyi çiçek verdi; bu kez gülyağı çıkarma yöntemini bilmeyişi yüzünden baş

 GÜL ÇILGINLIĞI  :
    
                                   
    Gözler İsmail Efendi'nin üstündeydi. Halk, ilgiyle onu izliyor; yolda, sokakta, kahvede, handa evde yerde... hep onun bu girişimi konuşuluyor, çektiği emeğin, harcadığı paranın hesabı, kitabı yapılıyor, alaya alınıyor, eğleniliyor;
"Delirdi, keçileri kaçırdı bu adam, Allah akıl fikir versin" deniyordu.   
    Gülcü İsmail Efendi, direnme gücünü yitirmedi. Kulaklarını çevrede söylenenlere tıkadı. Başarısızlığının nedenleri üzerinde durdu. Sordu, soruşturdu, inceledi, araştırdı. Çalıştı, çabaladı gülyağı çıkarma yöntemini en küçük ayrıntısına varana dek öğrendi. Kendini, bir sonraki ürün yılına iyiden iyiye hazırladı.

ÇUVAL ÇUVAL GÜL ÇİÇEĞİ; DESTE DESTE PARA 
  
    Kış mevsiminin soğuklu, karlı günleri geçip, gittiler. İlkbahar mevsimi gelir gelmez, Gülcü İsmail Efendi'nin bahçesinde bir diriliş, bir canlanma görüldü.. Bakımlı, tertemiz bahçedeki insan boyunu aşan gül ağaçları, önce yeşil yeşil yaprak, sonra da pembe gül tomurcukları vermeye başladılar. Mayıs ayının ilk haftasında havalar ısınınca bahçe, top top koca koca yapraklı, pembe renkli güllerle, doldu kaldı.. Öyle de bir güzelleşmiş, iç açıcı olmuştu ki.. Güllerin içinden yanık yanık bülbüllerin sesleri geliyor, çevreye insanın iliklerine işleyen hoş bir gül kokusu yayılıyordu...    
    Ne idi bu gül çiçeğinin bolluğu böyle? Görülmüş şey değil. Kadınlı erkekli yüzlerce kişi sabahın alaca karanlığında bahçeye geliyor, akşama dek çuval çuval toplanan gülleri taşıya taşıya bitiremiyorlardı. Gül sezonu bir ay kadar sürdü. Gülcü İsmail Efendi de eline geçen bu fırsatı çok iyi değerlendirdi. Binbir güçlük, zorluk, çile ve çaba.. ile üretmeyi başardığı katkısız arı "Gülyağı" ve "Gül Suları" nı değerince sattı; eline parasını aldı. İlk iş olarak her doğru, dürüst, namuslu... insanın yaptığı gibi borçlarını ödedi. Yeni bir ev yaptırdı. Evini de o günün gelenek, görenek, töresine göre dayadı, döşedi. Daha elinde pek çok parası kalmıştı. Bunu da çarçur etmedi; otuz dönüm gül bahçesini 50, 75, 100... dönüme çıkarmak, yaptığı gülcülüğü daha da büyütmek, genişletmek işinde kullandı.
TOPRAKLARIMIZA BİZDE GÜL DİKELİM. GÜLCÜLÜKTE İYİ PARA VAR!  
     Isparta halkı, İsmail Efendinin deneyinden, Isparta topraklarının gül yetiştirmeye çok elverişli olduğunu öğrenmiş oldu. Gülün iyi para getirdiğini de gözleri ile gördükten sonra "Tarlalarımıza bizde gül dikelim, gülcülükte iyi para var!" demeye başladı.    
    Gülcü İsmail Efendi, kıskançlık, çekememezlik etmedi. Gül dikecek olanlara yardımcı oldu. Karık nasıl açılır gösterdi. Fidan dikiminde başlarında bulundu... Bir kaç yıl içinde de her yere gül dikilmiş, Isparta Kenti de Gül Bahçelerinin içinde kalmış oldu. Isparta bundan sonra gül üretmesiyle tanındı, gülcü oluşuyla da anıldı.Gül Yetiştiriciliği: Yağ gülü (rose damascena) Anadolu’ya 1870’li yılların başında Bulgaristan’dan gelen göçmenler tarafından getirilmiştir. Isparta’da ise yağ gülü üretimi 1888 yılında, gülyağı üretimi de 1892 yılında “Müftüzade İsmail Efendi” isimli şahıs tarafından gerçekleştirilmiştir. Müftüzade İsmail Efendi tarafından imbik adı verilen basit ve ilkel kazanlarda üretilmeye başlanan gülyağı uzun yıllar yaygınlaşarak, bu metotla üretilmeye devam edilmiştir.  Köy tipi gülyağı üretimi; Atatürk’ün Isparta’ya gelişinde verdiği talimat uyarınca, “İktisat Vekaleti” tarafından modern gülyağı fabrikasının 1935 yılında kurulması sonucu yerini büyük ölçüde sanayi tipi gülyağı üretimine bırakmaya başlamıştır  
     Gülbirlik’in 1958 yılında kurduğu İslamköy Gülyağı Fabrikası, 1976 yılında kurduğu diğer gülyağı tesisleri ile Türk gülcülüğü ve gülyağı üretimi şekil değiştirmiştir. Günümüzde köy tipi gülyağı üretimi, yerini tamamen sanayi tipi gülyağı üretimine bırakmıştır. Isparta ili, Türkiye’de özellikle gül yağı ve gül ürünleri üzerine önemli bir merkez haline gelmiştir. Yörede bir çok yerli ve yabancı gül işleme fabrikaları bulunmaktadır. İlde Gülbirlik’e ve özel kuruluşlara ait, 5 adedi büyük olmak üzere toplam 15 adet gül yağı fabrikası bulunmaktadır.

ISPARTA GÜLÜ’NÜN ÖZELLİKLERİ 
        
    Yağ gülü (Rosa damascena Mill.), bitkiler aleminin Spermatophyta (tohunlu bitkiler) bölümünün Angiospermae (kapalı tohumlular) alt bölümünden Rosales takımı, Rosaceae familyası, Rosa cinsi içerisinde yer almaktadır. Dünyada yaklaşık 1350 Rosa (gül) türü tanımlanmıştır. Türkiye florasında 24 gül türü kayıtlı olmasına rağmen gül yağı elde etmek amacıyla kullanılan tür Rosa damascena Mill'dir.        
  
  Rosa damascena türünün bir çok çeşidi olmakla birlikte özellikle "Trigintipetale" çeşidi başta Bulgaristan ve Türkiye olmak üzere Fas, Mısır, İran, Suriye, Hindistan ve Kafkaslar'da gülyağı elde etmek amacıyla yetiştirilmektedir.             Rosa damascena; Isparta Gülü, Pembe Yağ Gülü, Yağ Gülü, Sakız Gülü ve Şam Gülü adlarıyla da bilinen pembe renkli, yarım katmerli ve kuvvetli kokulu, çok yıllık, dikenli ve kışa dayanımı yüksek bir bitkidir. Rosa damascena bitkileri, 1,5-3 m arasında boylanmaktadır. Gövde silindir biçimli, içi dolu, esmer renkli, çok dallı ve dallar çok sayıdaki irili ufaklı sert dikenlerle çevrilidir. Yapraklar yumuşak yapılı ve ince tüylerle kaplı, alternans dizlişli, saplı ve stipulalı (kulakçık), 5-7 foliolludur.        
    Folioller (yaprakçık) 3-4 cm uzunluğunda oval şekilli, basit dişli kenarlı ve alt yüzleri tüylüdür. Çiçekler hafifçe sarkık, az ya da çok koyu pembe renklidir. Tek renkli olan çiçeklerde içteki taç yapraklar dıştakilerden daha küçük yapılı olup, çiçeklenme çalı formundaki bir bitkide görülen biçimdedir. Kaliks (çanak yapraklar), korollodan (taç yapraklar) daha uzun, çok parçalı 5 sepalden (çanak yaprak) ibarettir. Korolla çok petalli, petaller (taç yaprak) oval şekilli, soluk pembe renkli, kaideleri beyaz lekelidir.

GÜLÜN FAYDALARI
    Gül yağı başta tabipler, sonra kadınlar için vazgeçemedikleri bir madde olarak bugüne dek gelmiştir. Tedavide gül, geleneksel tıp dünyasında ilaç olarak kullanılmıştır. Gülsuyu, Gül Macunu ve Gül yağı olarak işlenen gül, bu üç ayrı şekliyle baş ağrısı, ateşlenme, bayılma, mide ağrısı, göz kanlanması gibi rahatsızlıkları tedavi etmekte faydalı olduğu geleneksel tıp kitaplarında yazmaktadır.
 
Gülbirlik: Yağ gülü (Rose Damescana) ve gülyağı üretimi 100 yılı aşkın bir süredir Isparta yöresinde gerçekleştirilmektedir. Bu özelliğiyle de Isparta’ya “Güller Diyarı” denilmektedir. Isparta’nın gül ürününü devletin destek ve yardımlarıyla en iyi biçimde değerlendiren Gülbirlik, 1954 yılında 9 kurucu birim kooperatifinin oluşturduğu Kooperatifler Birliği olarak kurulmuştur. Gülbirlik’in halen 6 birim kooperatifi, 8000 üretici ortağı, 5 ayrı yerde kurulu 7 ünite gülyağı tesisi ile 1 ünite gül konkreti tesisi mevcuttur. Gülbirlik mevcut tesislerinde günlük 360 ton gül çiçeği işleyerek, Türk ve Dünya standartlarına uygun gülyağı ve gül konkreti üretimini gerçekleştiren, Türkiye’nin ve dünyanın  bu alanda en büyük üretici ve ihracatçı kuruluşudur. Gülbirlik, 45 yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir biçimde sağladığı döviz girdisi ile ülkemize, üreticinin ürününü değerlendirmesi ile de yöre halkına ekonomik ve sosyal refah getirmektedir. Halen dünya parfüm ve kozmetik sanayiinin önde gelen kuruluşlarının gülyağı ve gül konkreti ihtiyaçlarını karşılayan Gülbirlik, bu alanda konumunu muhafaza etmekte ve geliştirmektedir. Ayrıca Gülbirlik, 1998 yılı başında kozmetik üretimine de başlamıştır.


Isparta Hakkında... 
İl Trafik No: 32 /Yüzölçümü: 8.933 km² /Nüfus:244.085 


Tarihsel Gelişim 
 
 
    Yakın çevresi ile birlikte Pisidia yöresinin önemli yerleşim merkezlerinden birisi olan Isparta
 
 tarih öncesi dönemlere kadar ulaştığı bilinmektedir. Yörenin yerleşme tarihi Paleolitik (Eskitaş) Dönemle başlamaktadır. MÖ 2000’lerde ise Pisidya Bölgesi, Luvi ve Arzava topluluklarının yerleşme alanı idi. Hititler bir siyasi güç olarak ortaya çıktıktan sonra yöreye ilgi duymuşlar, ancak yüzyıllarca süren çatışmalara karşılık Arzava ülkesi üzerinde kesin bir egemenlik kuramamışlardır. MÖ 1200’lerde "Ege Göç Kavimleri" adı verilen topluluklar, Balkanlardan gelerek, Anadolu’nun siyasi yapısını bütünüyle değiştirdikleri gibi Arzava Ülkesi Konfederasyonu’nun da siyasi varlığına son vermişlerdir. Bu toplulukların en önemlisi Frigler, MÖ 8. yüzyıldan sonra, giderek güçlerini kaybetmiş ve MÖ 690’da bu topraklarda Lidya Devleti egemenliğini kurmuştur. Daha sonra Kimmer-Sapardailer sürekli akınlarla Lidyalıları oldukça zor durumda bırakmışlarsa da Isparta yöresinde uzun süreli bir yerleşik güç oluşturamamışlardır. Yöre, MÖ 546’da Perslerin egemenliğine girmiş ve MÖ334’e kadar onların egemenliği altında kalmıştır.
    Bu tarihten sonra yöreye Büyük İskender egemen olmuştur. Hellenistik dönemde Minassos (Minasın), dikkati çeken bir yerleşme olarak görülmektedir. MÖ 323’te Büyük İskender’in ölümü üzerine, Isparta, sırasıyla Bergama Krallığı’nın, Seleukoslar’ın, son olarak da MÖ 190’da Romalıların yönetiminde bulunmuştur. Roma egemenliği MS 395’e kadar sürmüştür. 395 yılında Bizans egemenliği başlamış, Selçukluların Batı Anadolu’da denetimi kesin olarak ellerine aldıkları 1204 yılına kadar devam etmiştir. Roma yönetiminde Isparta’nın önemli yerleşme merkezleri Bayat (Selvecia Sidera), Uluborlu (Apollonia), Yalvaç (Antiokheia), Sütçüler (Sağrak-Adada), Şarkikaraağaç (Neopolis) ve Gelendost (Debenae)’dur. Roma İmparatorluğunun MÖ 395 yılında ikiyle ayrılmasından sonra, Bizans İmparatorluğuna bağlanan Isparta, VII. ve IX.yy.’da yapılan idari taksimata göre bir eyalet halini alarak bir din merkezi niteliği taşımıştır.
    Isparta ve çevresi, Ortaçağda İslam Devletleriyle Bizanslılar arasındaki savaşlarda faal bir rol oynamıştır. 774 yılında Abbasiler döneminde güçlü bir Arap ordusu Isparta’yı almayı başardıysa da bir süre sonra Bizans birlikleri şehri geri almıştır. İslam devletlerinin Anadolu’ya akınları 10. yy.’a kadar sürmüştür. 8. yüzyıl başlarında kısa bir süre Abbasi yönetimine giren kentin adı, Arap kaynaklarında Sabart olarak geçmektedir.
    Selçuklu tarihçisi, İbn Bibi, Isparta kalesinin ve vilayetinin Anadolu Selçuklu Sultanı III. Kılıç Arslan zamanında, 1204 yılında Selçuklular tarafından fethedildiğini yazmaktadır. Isparta merkezinde Selçuklulardan günümüze intikal etmiş, en eski Selçuklu eseri olan Ulu Cami 1299 tarihini taşımaktadır. İbn Bibi, burayı havası ve suyu ile meşhur bir vilayet olarak anlatmaktadır. Isparta yöresi 1300 yılında Hamitoğulları’nın egemenliği altına girmiştir. Hamitoğulları Beyliği döneminde Isparta’ya gelmiş olan ünlü Seyyah İbn Batuta, şehri bakımlı, zengin çarşıları olan, sayısız ırmak, bağ ve bostanları bulunan bir nezih belde olarak tanımlamaktadır. Hisarının yüksek bir dağ üzerinde olduğunu belirtmektedir. Hamitoğullan dönemi içinde kısa bir süre İlhanlı egemenliğine giren Isparta, tekrar Hamitoğulları egemenliğine girmiştir. Hamitoğlu Kemaleddin Hüseyin Bey, 1374 yılında yaptığı bir antlaşmayla, Isparta’yı Eğirdir, Karaağaç, Beyşehir, Seydişehir ve Yalvaç ile birlikte 80 bin altın karşılığında Osmanlı devletine vermiştir. 1390 yılında Kemaleddin Hüseyin Bey’in ölümüyle Isparta ve çevresi Osmanlı topraklarına kesin olarak katılmıştır. Osmanlı topraklarına katılan Isparta merkezi yönetime, merkezi Kütahya olan Anadolu Eyaletinin bir sancağı olarak katılmıştır. Bu yeni sancağın yönetimi Kutlu Bey’e verilmiştir. Kutlu Bey 1417 yılında Ulu Camiyi onartmış ve bu cami günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. Zaman zaman Osmanlılarla Karamanoğulları arasında el değiştiren Hamitili, II. Murad döneminde kesin olarak Osmanlılara katılmıştır. Sancak beyliğine de Şarapdar İlyas Bey atanmıştır. Hamitili’nin kesin olarak Osmanlı mülkü olmasından sonra Isparta, sancağın merkezi olmuş ve bu idari statüsü Eğirdir ile birlikteyürütülmüştür.
    Isparta’nın Hamitili Sancağı’nın merkezi olarak önem kazanması Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren başlamıştır. Bu dönemde tutulan kayıtlar, Isparta’nın sosyal ve ekonomik durumunu açıklamaktadır. 1522 yılındaki kayıtlarda, Isparta’nın, Çeribaşı, Debbağlar, İskender, Cami, İğneci, Farsaklar, Gebran (Hristiyan Mahallesi), Mescid-i Suyuğa Bey, Mescid-i Faslullah, Mescid-i Stile, Mescid-i Karaağaç, Mescid-i Hocaoğlu, Dere, Yenice ve Doğancı adları ile anılan 17 mahalleye sahip olduğu görülmektedir. Dokumacılık, bağcılık, boyacılık son derece gelişmiş bulunuyordu. İdari, askeri görevlilerin tımarları yanında, kentte Padişah Haşları da vardı. 1568 yılındaki tahrirde ise Hocaoğlu Mahallesi tahminen bir başka mahalleye dahil olmuş, yeni kurulan İlisucu, Hacı Elfî, Evren, Yayla, Leblebici (Keçeci), Mescid-i Hacı İvaz ve Mescid-i Tevesoğlu mahalleleri ile birlikte mahalle sayısı 23’e çıkmıştır. Ayrıca Hristiyan Mahallesinin Zimmiyan adıyla bilindiği da görülmektedir.
    Isparta, çalışkan sancak beyleri dönemlerinde önemli imar faaliyetlerine sahne olmuştur. Firdevs Bey zamanında Mimar Sinan eserleri arasında sayılan cami ve bedesten yaptırılmıştır. Firdevs Bey Camii veya Mimar Sinan Camii olarak anılan cami ile bedesten arası, cami vakfı arasta olarak hizmet vermiştir. Yine bu resmi devlet kaynaklarından anlaşıldığına göre Hamidili Sancağı’nın XVI. yüzyılın sonlarından itibaren asayişi bozulmaya başlamış ve Suhte İsyanları ile uzun süre uğraşmak zorunda kalınmıştır. Bu konuda gerek sancaktan merkeze, gerekse divandan sancağa yazılan yazılar, olayları aydınlatmakta ve alınan önlemler hakkında bilgi vermektedirler. Toprak yönetiminin bozulması Osmanlı Devleti’nin ekonomik yaşamını felce uğratmış ve bundan Anadolu halkı büyük zarar görmüştür. Bu durum aynı zamanda ordu düzenini de bozmuştur. Bu bozukluk Isparta’da açık olarak görülmektedir. 1571 tarihli emirden anlaşıldığı gibi, hizmete çağrılan piyadelerin hiçbiri görevi başına gelmemiş, bir kısmı kaybolmuş, bir kısmı firar etmiş ve sancağın yayaları 200 kişiye kadar düşmüştür.
    Devlet bu asayiş sorununu çözmek için çeşitli kararlar almak zorunda kalmış ve asayişi bozanların küreğe konulması emredilmiş, fakat bu tür hareketler devletin bozulmakta olan durumuna paralel bir gelişme göstermiştir. Gerçekten bu yüzyılın sonlarında ve XVII. yüzyılın başlarında görülen "Celali İsyanları" ve bu ayaklanmaları izleyen "Büyük Kaçgunluk Devri"nde Isparta büyük zarar görmüş ve Isparta-Akşehir çemberi bu ayaklanmaların sonunda, ekonomik yönden gerilemeye başlamıştır. Bu ayaklanmaların önüne geçmek amacıyla görevlendirilen Kuyucu Murad Paşa’nın asayişi düzene koyma ve Celali ayaklanmalarını bastırma hareketi, kısa bir süre sonra Isparta’nın tekrar eski haline kavuşmasına yol açmıştır. Şehirde daha önce meydana gelen ayaklanmaların yanında sık sık görülen deprem ve su baskınları gibi afetler çeşitli zararlara yol açmıştır. 1706 yılında Isparta’yı ziyaret eden Fransız Paul Lucas, kenti yün, deri ve afyon ticareti ile zengin bir kent olarak nitelerken deprem ve su baskınlarından çok zarar gördüğünü de belirtmektedir. 1780 yılında Gölcük Krater Gölü’nün taşması ile meydana gelen büyük sel Tekke ve Yaylazade Mahallelerini tümüyle tahrip etmiştir.
    Isparta 18. yüzyılın sonlarına doğru, Hamid Paşa’nın çabalarıyla yeni ve önemli tesislere kavuşmuştur. Isparta sancağı 19. yüzyıl boyunca oldukça sakin ve istikrarlı bir çizgide görülmektedir. Yüzyılın ilk yarısında, Mektubi Hulefasından Sait Efendi’nin 1831 yılında yaptığı nüfus sayımında Isparta’nın merkez kazada toplam erkek nüfusunun 6.310 olduğu görülmektedir. Isparta, 1846 yılındaki düzenleme ile kurulan Konya Vilayeti’ne bağlı Hamid Sancağı’nın merkezidir. O zamanki adı Hamidabad idi. Bu statüsü 1854 yılındaki düzenlemede de devam etmiştir. Isparta’da İdadi Mektebi, ilk kez Rüştiye olarak 1860 yılında şimdiki ordu evinin bulunduğu yerde ahşap ve üstü kiremit olarak yapılmıştır. 1867 Vilayet Nizamnamesine göre Konya Vilayetinde kalan Isparta Sancağı’nın toplam 6 kazası vardır. Bu kazalar, Isparta Merkez Kaza, Uluborlu, Havza-ı Karaağaç, Gölhisar-Kemire-Tefenni (birlikte bir kaza), Barla-Pavlu-Ağros-Eğirdir (birlikte bir kaza) dir. O dönemde Hoyran ile Yalvaç birlikte bir kaza olarak Konya Vilayeti’nin merkez sancağına bağlıydılar.
    1877’deki idari yapılanmada Burdur’un ayrı bir sancak olarak ayrıldığı, Hamit Sancağı’nın Hamit Merkez Kaza, Eğirdir, Uluborlu, Karaağaç ve Yalvaç olmak üzere toplam 5 kazadan oluştuğu görülmektedir. 1877’deki idari yapılanmanın 1892 ve 1903 devlet salnamelerinde de aynı olduğu görülmektedir. 1869 Konya Vilayet Salnamesinde Isparta Merkez Kazasında Saçıkaralı Aşireti ile birlikte 11.560 nüfus ve 41 mahalle bulunduğu kayıtlıdır. 1877 Konya Vilayet Salnamesi’ne göre, Isparta Merkez kaza ve bağlı 12 köyde toplam 13.152 kişinin yaşadığı belirtilmektedir. Yine 1877 Konya Vilayet Salnamesinde Isparta merkez kazada 22 cami, 18 mescid, 1 mevlevihane, 23 medrese, 3 kütüphane, 3 Rum Ortodoks kilisesi, 1 Ermeni kilisesi, 6 han, 5 hamam, 542 dükkan, 5 fırın, 1 tabakhane bulunduğu kayıtlıdır.
    1882 Konya Vilayet Salnamesine göre, Isparta Merkez kazanın nüfusu hakkında şu bilgiler yer almaktadır. 14.251 kadın, 13.905 erkek olmak üzere toplam 28.156 müslüman, 2.163 kadın 2.239 erkek olmak üzere toplam 4.402 Rum Ortodoks, 205 kadın, 346 erkek olmak üzere toplam 551 Ermeni Gregoryan dinsel dağılımı bulunmakta ve toplam 33.109 kişi yaşamaktadır. 1885 yılında yapılan bir tesbitte Isparta merkez kazada, 4.3561’i müslüman, 4.524’ü Rum Ortodoks ve 619’u Ermeni Gregoryan olmak üzere 48.704 kişinin yaşadığı belirtilmektedir.
    Isparta, 1919-1923 arası Mütakere ve Milli Mücadele Dönemi’nde, işgal ve çatışmalardan sınırlı etkilenen, sayılı kentlerdendir. Isparta Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Mondros Mütarekesi günlerinde, Konya Vilayeti’ne bağlı Hamidabad Sancağı’nın merkezidir. Sancağın 1914’te 45.000 dolayında olan nüfusu, yöre Rumlarının birinci Dünya Savaşı sonrasında Yunanistan’a göçmeleri nedeniyle, 40.000’nin altına düşmüştür. Sancağın merkez kazası dışında dört kazası vardır. Bunlar; Eğirdir, Şarkikaraağaç, Uluborlu ve Yalvaç’tır. Başlıca ekonomik etkinliği gülyağcılık, halıcılık ve haşhaş üretimidir. Isparta’nın dış satımı da bu ürünlere dayalıdır.
    İhtilaf Devletleri arasında paylaşıma ilişkin ön pazarlıkların sona erdiği ve Ege’de ilk Yunan işgalinin başladığı günlerde, Isparta yöresinin, İkinci Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşa dışındaki hemen tüm mülki yöneticileri, Damat Ferit Paşa Hükümeti ile sıkı ilişki içindeydiler. Bunlar, İtilaf Devletleri’ne boyun eğme siyasetine bağlı olarak, gelişen işgallere karşı anılmaya değer bir tepki göstermiyorlardı. Eşraftan bazı kişiler ise Antalya’da İtalyan temsilcisi Marki Granti ile görüşüp, İtalyanları Isparta’ya çağırmışlardı. Buna karşın, eşraf ve yerel yöneticilerinin büyük çoğunluğu Anadolu topraklarının açık açık pazarlık konusu edilmesine tepki gösteriyorlardı. Yer yer başlayan işgalleri direnişle karşılamaktan yana bir tutum takınıyorlardı. Nitekim, halkı ölçülü davranmaya çağırmak üzere, Mayıs 1919 ortalarında Isparta’ya gelen Şehzade Abdurrahman Efendi, kasabada oldukça soğuk karşılanmıştır.
    Yunanlıların İzmir yöresinde, İtalyanların da Antalya’daki işgalleri başlar başlamaz Isparta eşrafından ileri gelenler ivedilikle bir araya geldiler ve direniş yollarını araştırmaya koyuldular. Isparta’daki yerel direniş örgütlenmesinin önderliğini ise, Talapaşazade Hafız İbrahim Efendi ile Müftü Hüseyin Hüsnü Efendi yapıyorlardı. Hafız İbrahim Efendi, İtalyanların Burdur üzerine harekete geçtiklerini öğrendikten sonra, İkinci Ordu Müfettişi aracılığı ile İstanbul’a bir telgraf çekmiş ve İtalyan harekatı ile ilgili olarak hükümetten ivedi bilgi istemiştir. İbrahim Efendi’nin telgrafında, Isparta yöresi halkının işgale hiçbir biçimde boyun eğmeyeceği ve şiddetle direneceği kesin bir dille belirtilmiştir. Bu arada, Hafız İbrahim Efendi ve İhtiyat Zabitleri Cemiyeti’nin öncülüğüyle, "Demiralay" adı verilen bir direniş örgütü oluşturmuş ve bu örgüt içinde yer almaları için tüm Isparta gençliğine çağrıda bulunmuştur. İtalyan birlikleri 28 Haziran 1919’da Burdur’u işgal edip Isparta’ya ulaştıklarında, Demiralay örgütü hızla gelişiyordu. Nitekim, İtalyan işgalinin kırılmasında ve bir hafta gibi kısa bir süre içinde geri çekilmek zorunda kalmalarında bu örgütün protesto gösterilerinin önemli bir payı olmuştur. Isparta’nın yanı sıra Uluborlu ve Eğirdir’de de tepkiler görülünce, İtalyan İşgal Komutanlığı, harekatını daha çok kıyı kentlerinde yoğunlaştırmıştır.
    Milli Mücadele’nin ilk Garp Cephesi Komutanı Ali Fuat Cebesoy, Isparta direniş örgütlenmesinin, o dönemde, Kuva-yı Milliye içinde oynadığı önemli rolü şöyle anar:
Anadolu’nun belirli bir bölümünü elde tutabilmenin ilk koşulu, başında bulunduğum Yirminci Kolordu’nun sahası içinde olan Isparla-Afyonkarahisar-Eskişehir hattını korumaktı. Eskişehir’de İngilizler vardı. Isparta ve Afyonkarahisar’ı koruyabilirsek, İngilizleri Eskişehir’den atmak olanaklıydı. Isparta ve Afyonkarahisar’da ulusal güçleri oluşturmak için çaba harcamamıza gerek kalmadı. Bu iki kentimizde, iki din adamı, başı sarıklı iki savaşçı başa geçmiş, ulusal güçleri, deneyim sahibi bir komutanın tutumu ve uzak görüşlülüğüyle örgütlemiş ve ilk anda yadırganacak birkararla komutayı da kendi ellerine almışlardı. Isparta’da Hafız İbrahim Efendi, Afyonkarahisar’da Hoca İsmail Şükrü Efendi..."
    Ali Fuat Cebesoy ‘un böylesine övgüyle andığı bu iki kişiden Hafız İbrahim Efendi, Kuva-yı Milliye’nin Isparta’daki örgütlenmesinde en ön sırada yer aldı ve Sivas Kongresi sonrasında oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Isparta Şubesi Başkanlığı’na getirildi. Ispartalı gönüllülerden oluşturduğu Demiralay ise, Yunanlılara karşı kurulan Denizli-Sarayköy Cephesi’nde önemli yararlılıklar gösterdi. Büyük Millet meclisinde Isparta Milletvekili olarak yer alan Hafız İbrahim Efendi’nin "Demiralay" soyadını alması da yine bu çabaları dolayısıyla olmuştur.
    Isparta’da işgal kuvvetlerine karşı oluşan tepkiden dolayı doğrudan işgale girişemeyen İtalyanlar, birkaç subay ve süvariyle Isparta’ya gelerek, asayiş gayesiyle küçük bir müfreze bulundurmak isteğinde bulundular. Ancak İtalyanların bu teklifi Ispartalılar tarafından tepki ile karşılanır. 1919 yılı Ağustos ayının ortalarında sekiz bin kişinin katıldığı bir protesto mitingi yapılır. Sonunda İtalyan subay ve askerleri Isparta’dan ayrılmak zorunda kalarak Antalya’ya geri dönerler. Ekim 1919’da Antalya İşgal Komutanı General Emilton’un beraberinde 168 atlı olduğu halde otomobil ile Çerçin yolundan Isparta’ya hareket edeceği, ayrıca 2 tabur askerin emre hazır olduğu Burdur Telgraf Müdürü tarafından Hafız İbrahim Bey’e haber verilir.
Hafiz İbrahim Demiralay bu olayı şöyle anlatır: " Mesele mühim ve nazik idi. Jandarma Bölük Komutanı Yüzbaşı Mustafa, 68. Alay S. Tabur Komutanı Yİüzbaşı Hüsnü Beyler ile vazifeyi yerine getirmeyi üstümüze aldık. Çünür ve Çerçin şoselerinin birleşme noktasında pusu kurarak gelmelerini bekledik. Otomobilin etrafını süvariler çevirmiş yavaş yavaş geliyordu. Yanımıza yaklaştığında kuvvetlerimizin dur emrine itaat ederek otomobilinden indi. Evvela süvarilerin silahları alınarak askeriye deposuna, hayvanları da depoya gönderildi. Kumandanın otomobilini de iki çete ile el koyarak hükümete, korunmak üzere gönderdik. Ben kısa yoldan Mutasarrıfa daha evvel ulaşıpgörüşerek sözlü uyarıda bulundum: Siz hükümet lisanıyle ne suretle idare ederseniz ediniz. Bizim isteğimiz bu adama bir bardak su dahi vermeyerek, bir saat sonra geldiği yere çevrilmesidir. Bu yapılmazsa öldüreceğiz. Talat Bey resmi lisanla, bir saat güçlük çekerek bir daha gelmemek şartıyla geri göndermeyi başardı. Biz de Isparta sınırları dışında silahlarını teslim ederek serbest bıraktık."
Mutasarrıf Talat Bey, İtalyan Komutan ile konuşurken Hükümet binasının başka bir odasında şöyle bir konuşma geçtiği belirtiliyor: "İtalyanların halka yaranma politikalarına kanan birisi:

Hafız! İtalyanlardan bize ne zarar var? Memlekete birçok iyilikler getirecekler, hastahane

açacaklar, bol paralı müesseseler yaparak memleketi yükseltecekler, çok ileri gidiyorsun, yoksa
Isparta sırf senden mi sorulur? Hafız İbrahim ise, kendisi gibi düşünen çoğunluğa tercüman olarak şu
sözlerle cevap verir:

Evet benden sorulur. Ecdadım bu memleketi tahta bıçakla feth etmiş, ben de kılıcımla koruyacağım.

Kalkıp gitmeniz hakkınızda hayırlı olur. "
    Bu sözlerle Isparta, işgale karşı olduğunu ve gerekirse silaha karşılık verebileceğini kesin olarak ortaya koymuştur. İtalyanlar Ispartalıların kendilerine karşı sert tepkilerini anlamakla beraber, çeşitli bahanelerle siyasi temsilciler göndermeye devam ettiler. Ancak bu ziyaretlerinde çok dikkatli olarak önceden izin bile aldılar. 28.10.1919 tarihinde Isparta’ya halı almak için geleceği bildirilen İtalyanlara izin verilir. Bir İtalyan subayı yanında başka subaylar ve Yahudi bir tercüman ile Isparta’ya gelir. Otomobillerini Kerimpaşa Hanı’na bırakarak Şark Halı Şirketine giderler. İzin verilen sayıdan fazla kişinin gelmesi Isparta Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin dikkatini çeker. Emekli Subay Yılmaz İbrahim komutasında 15 kişilik silahlı bir grup devriye çıkarılır. Aynı gün gecesi Şark Halı Şirketi’nde bulunan İtalyanlar silahlı devriyeler tarafından alınarak Hafız İbrahim’in huzuruna getirilir. Korku içinde olan heyete Hafız İbrahim yüksek sesle, izinsiz ve habersiz niçin geldiklerini sorar. İtalyanlar Isparta’yı geliştirici ticari girişimler yapmak istediklerini belirtirler. Ancak Hafız İbrahim’in kararlı tutumu karşısında kendisinden güvenlik belgesi alarak Burdur’a dönerler. Çünür-Fandas yoluyla Burdur’a giden İtalyanların yolu sık sık milli kuvvetler tarafından kesilerek Isparta’nın organize ve çok sayıda askeri güç tarafından korunduğu izlenimi verilir. Isparta Sancağı, Ispartalıların gösterdiği kesin ve azimli tavır karşısında işgal edilememiştir.
    Özetle, 1919-1923 yılları arasında Milli Mücadele döneminde Isparta, yörede söz konusu olan yabancı işgallerinden en az etkilenen illerden biri olmuştur. İhtilaf devletlerinden olan İtalyanların nüfusuna bırakılmış olan Isparta, çok büyük bir direniş göstermiş, İtalyanların işgaline boyun eğmemişdir. İç Anadolu, Ege ve Akdeniz Bölgelerini birbirine bağlayan önemli bir coğrafi konumda bulunan Isparta, çeşitli yönlerden önemli gelişmelerini Cumhuriyet döneminde sağlamıştır.
    Isparta ve ilçelerinin gelişmelerini Cumhuriyet döneminde iki safhada incelemek gerekir. İlki, 1960 yılına kadardır. Bu dönemde sosyal, ekonomik ve bayındırlık yönlerinden özellik taşıyan çalışmalara başlanmıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinde Isparta’nın ikinci gelişme safhası 1960 yılından sonra başlar. Bu tarihten bu yana gelişme sürecinin daha da arttığı, özellikle sanayileşme ve şehirleşme hareketlerinin önem kazandığı görülmektedir.
    Isparta, Cumhuriyet döneminde de 1960 yılına kadar olan devrede bir taraftan bellibaşlı bayındırlık hizmetlerine kavuşurken, özellikle gül tarımcılığının ve halıcılığın gelişmesi ile ekonomik yönden önemli ölçüde etkilenmiştir. 1936 yılında Isparta’nın demiryoluna kavuşmasının yöreye olumlu etkisi büyük olmuştur. 1960 yılından günümüze kadar geçen süre içinde ise, Isparta’da modern şehirleşme hızla etkisini göstermiş birçok sosyal, eğitim, sağlık, sanayi tesisleri merkez kentte olduğu kadar ildeki diğer yerleşmelerde de kurulmuş ve kurulmalarına devam edilmektedir.
 
 
Jeolojik Yapı 
 
  Toros Dağları’nın batı eteğinde bulunan Isparta arazisi, genel olarak III. zamanda ortaya çıkmış ve beyaz tebeşir taşlarından oluşmuştur. Taşeli ve Tekeli platolarının sıkışması sonucu kıvrılmalara uğrayan bölge daha sonra tektonik ve volkanik hareketlerle, yeni şekillenmeler kazanmıştır. Özellikle, volkanik hareketlerin sonucu dolarak, il alanında yer yer, bazalt veya trakit yatakları ortaya çıkmıştır. Volkanik püskürmelerle yüzeye çıkan kükürt ve alçıtaşı tozları, sertleşerek geniş yataklar oluşturmuştur. İl arazisindeki en eski yapı paleozoike aittir. Yalvaç İlçesi’nin doğusunu örten kristalin şist, fillat, kalker ve mermerler I. zaman oluşuklarıdır. Daha sonra ortaya çıkan tektonik hareketler sonucu, bu yapı kırılmış ve kıvrılmalara uğramıştır. Sütçüler yöresi ile Isparta’nın doğusu ve Eğirdir Gölü’nün doğu ve batısı II. zaman kalker, marn, filiş ve serpantinleriyle kaplıdır. Gri renkli, çok çatlaklı ve boşluklu olan kalkerlerin, karstik şekilleri ve düdenleri vardır. Bu düdenler, Eğirdir Gölü Kapalı Havzası’nın sularını drene ettiklerinden, ilin hidrolojisinde önemlidir. II. zaman oluşukları içerisinde, yer yer şeyi, olivin, diyabaz, kumtaşı ve silekse de rastlanmaktadır. III. Zaman oluşukları, il alanına, Aksu ve Köprü Suyu vadileri boyunca sokulur. Isparta’nın içlerine kadar uzanan bu yapının temelini, miyosen kalkerleri, marnlar, kum taşları ve konglomeralar oluşturur. Bu sedimentler, bazen sertleşerek greler halinde, bazen de gevşek kum ve çakıl depoları halinde bulunur. Isparta Merkez, Hoyran Gölü ve Yalvaç civarında III. zaman neojen yapı durumdadır. Yapı, bütünüyle kırmızı renkleyumuşak tatlı su kalkerlerinden oluşmuştur. Ayrıca, Keçiborlu yöresi demir ve mangan lekeli nümülitik kalkerlerle Isparta merkez İlçe’nin güneyi neojene ait volkanik kayalarla örtülüdür. Isparta’da, volkanik çöküntü alanlarının tabanları, IV. zaman konglomera, şilt, kil ve çakıllarıyla kaplanmış durumdadır.
 
 
1. Doğal Afetler
Isparta tarihindeki doğal afetler incelendiğinde deprem, feyezan, yangın, toprak kayması, kaya düşmesi, sel afetlerinin kayda geçtiği görülmektedir.
 
1.1. Depremler:
 Isparta İli Türkiye’nin deprem riski dağılım haritasında genel olarak birinci derecedeki deprem kuşağı üzerinde yer almaktadır. İl, Isparta-Dinar-Çivril-Uşak deprem hattı üzerindedir. Sadece Sütçüler ve Yenişarbademli ilçelerinde ikinci derece ve Sütçüler’in doğu sınırındaki dar bir alanda üçüncü derece deprem riski taşıyan bir dağılım bulunmaktadır. Nüfus olarak ise Isparta nüfusunun yaklaşık % 93’ünden fazlası 1. derece deprem bölgesinde, % 5-7 civarında bir oranı da 2. derece deprem bölgesinde yaşamaktadır. Ancak bölgesel kırık sistemleri içerisinde aktif oldukları belirlenen faylar yanında, deprem kayıt istasyonlarının yetersizliği nedeniyle yeterli kayıt alınamadığından özellikle Isparta güneyi ve doğusuna ait verilerde eksikler vardır. Deprem kayıtlarına ilişkin veri artışı ile bölgesel yer hareketlerinin ve depremlerin daha sağlıklı izlenmesi mümkün olacaktır. Bu amaçla Isparta merkezde bir adet ivme ölçer ve Eğirdir Bağören Köyü sınırları içerisinde bir adet uydu iletişimli geniş bantlı deprem gözlem (kayıt) istasyonu 06.07.2010 tarihi itibariyle, faaliyete geçmiştir ve verileri güncel olarak T.C. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na bildirilmektedir.
Isparta ili ve civarında tarih içinde birçok deprem meydana gelmiştir. 03-05 Mayıs 1875 tarihlerinde 6.9, 02-14 Mayıs 1890 tarihlerinde 5.2, 1901 yılında 6.4 büyüklüğünde çeşitli depremler olmuştur. Bu tarihsel depremler içinde en fazla can kaybı ve hasara neden olanı ise 03 Ekim 1914 tarihinde 7.1 büyüklüğünde meydana gelen depremdir. Bu deprem başta Isparta olmak üzere Burdur, Dinar, Gönen ve Atabey ilçelerinde ve deprem merkezine yakın diğer birçok yerleşim merkezinde oldukça etkili olmuştur. 1914 depreminde 2000’den fazla kişi ölmüş ve 10.000 civarında aile evsiz kalmıştır.
1914 yılından sonra Isparta ve yakınlarında meydana gelen onlarca depremden bazıları ise; 1925’te 5.9, 1933’te 6.0, 1964’te 5.7, 1971’de 5.9, 1995’te 6.1, 2002’de 6.4 büyüklüğündeki depremlerdir.
01.10.1995’te yaşanan Dinar (Afyon) depreminde Isparta İli’nde büyük hasar ve can kaybı görülmemiştir. 03.02.2002’de merkezi Sultandağı (Afyon) olmak üzere yaşanan depremde ise Yalvaç İlçesi yoğun olarak etkilenmiş, 17 yapı tamamen yıkılmış, 10 yapı orta derecede hasar görmüş, 234 yapı az hasarla kurtulmuştur.
 
1.2. Heyelan / Feyezan:
 
 İl sınırları içerisinde çoğunlukla alt tersiyer, neojen ve kuaterner yaşlı denizel veya karasal ince kırıntılı kayaçlardan oluşan killi jeolojik zeminlerinin yaygın olduğu alanlar yanında; sistematik faylar arasında gelişen dik yamaçlı çökelim alanlarında, alanı sınırlayan faylanma yüzeylerinde gelişen birikinti konisi ve alüvyon yelpazeleri üzerinde veya önlerinde kurulmuş bulunan yerleşim alanlarını bekleyen en büyük doğal afet tehlikelerinden biri heyelandır. Senirkent ilçesinde 1995 yılında yaşanan heyelan felaketi ile bir kez daha bu konuda tehlike uyarısı veren yörelerin ve heyelana elverişli zeminlerin belirlenmesi ve önlem alınmasının önemi anlaşılmıştır.
Senirkent ilçesinde 1995 yılında meydana gelen çamur akması (feyezan) sonucunda 74 kişi hayatını kaybetmiştir. Aynı yerde 1996 yılında ikinci kez çamur akması (feyezan) afeti meydana gelmiştir. Bu afetler sonucunda Senirkent ilçe merkezinde toplam 188 afet konutu yapılarak, hak sahiplerine teslim edilmiştir.
1986 yılında da merkez Darıören Köyünde meydana gelen heyelan afeti sonucunda 8 konut yıkılmış, afetzedeler 1988 yılında il merkezinde yapılan afet konutlarına yerleştirilmişlerdir.
 
1.3. Yangın:
 
 1981 yılında Aksu Karacahisar’da çıkan yangında 10 konut, Keçiborlu Merkezde 7 konut kullanılamaz hale gelmiştir. 1958 ve 1971 yıllarında Eğirdir’de çıkan yangınlar sonucu 60 konut tamamen yanmış ilerleyen yıllarda afetzedelere yeni konutları teslim edilmiştir. Isparta’da görülen son büyük yangın afeti Şarkikaraağaç İlçesi Aslandoğmuş Köyünde meydana gelmiş olup, kullanılmaz hale gelen 5 konutun 4’ü “Evini Yapana Yardım” metoduyla hak sahiplerine dağıtılmıştır. 1998 yılı Yalvaç İlegi Köyünde 3 yapının etkilendiği yangın ise genel hayata etkisiz olarak literatüre geçmiştir.
 
1.4. Kaya Düşmesi:  
 
Isparta’yı etkileyen bir diğer afet türü de kaya düşmesidir. 1966 yılında Aksu Karağı Köyünde 18 konut, 1987 yılında Atabey Kapıcak Köyünde 68 konut, 1968 ve 1986 yıllarında Eğirdir Mahmatlar Köyünde toplam 38 konut, 1969 yılında Bağacık Köyünde 43 konut, 1983 yılında Akdoğan Köyünde 29 konut kaya düşmesi afetine maruz kalmıştır. Afetzedelerin bir kısmına “Evini Yapana Yardım”, diğer bir kısmına da ihale yöntemiyle yeni konutları teslim edilmiş, muhtemel kaya düşmesi riski görülen bazı yerlerde ise (Mülga) Afet İşleri Genel Müdürlüğü Ekiplerince kaya ıslahı çalışması gerçekleştirilmiştir. Söz konusu Müdürlüğün kapatılmasından sonra 17.06.2009 tarih ve 5902 Sayılı Kanunla kurulan İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü’nün 2010 yılı itibariyle gerçekleştirdiği afet bölgesi ilan edilen ve yapılan tetkikler sonucu kaya ıslahının daha ekonomik ve kalıcı sonuç vereceği anlaşılan 3 beldede (Gelendost Madenli / Senirkent Büyükkabaca / Eğirdir Yuvalı) kaya ıslahı çalışmaları gerçekleştirilmiş, bir yerleşmede ise (Merkez Çukur Köyü) kaya düşmesinden etkilenen 48 konutun yerleştirileceği yeni yer seçimi yapılarak plan üretilmiş, söz konusu alanın kamulaştırma çalışmaları devam etmektedir.
 
1.5. Su Baskınları: 
 
 Isparta İli’nde aşırı yağışlar nedeniyle 1981 yılında Aksu merkezde 8 konut, 1953 yılında Gelendost Bağıllı’da 9 konut, 1966 yılında Keçiborlu Senir Köyünde (Burdur Gölü’nün yükselmesi sonucu) 40 konut, 1995 yılında Sütçüler Merkez’de 12 konut, 1963 ve 2003 yıllarında Yalvaç Bahtiyar Köyünde toplam 19 konut ağır hasar görmüş bu konutların bir kısmı “Evini Yapana Yardım” bir kısmı ise ihale yöntemi ile yapılarak hak sahiplerine teslim edilmiştir. Bunlardan Sütçüler ilçesinde 1995 yılında meydana gelen dolu yağması sonucunda 11’i ilçe merkezi, 1’i Yeniköy’de hasar gören 12 konut ise Bayındırlık ve İmar Bakanlığınca yatırım programı çerçevesine alınarak 2002 yılında tamamlanmış, 2003 yılında ise hak sahiplerine dağıtılmıştır.
Bir ova yerleşkesi olup etrafı Toroslar’la çevrili olan Isparta pek çok su kaynağına ve dere yatağına sahip yapısıyla yoğun yağışlarda birçok yerleşmenin olumsuz etkilenebileceği bir yapıya sahiptir. Bu bağlamda DSİ, “Su Kaynaklarının Sürdürülebilir Geliştirilmesi” ve tarım alanlarının dengeli kullanımı amacına da matuf olarak “taşkın koruma” ve “mera ıslahı” projelerini hızla yürütmektedir.
Isparta kent merkezine ulaşan dere yatakları da hızla kentleşen yapı sebebiyle giderek artan bir risk grafiği sergilemektedir (Dere Mah./Emre Mah. vb.). Bu kapsamda, İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü’nün “su baskını ve olası afetlerde olumsuz etkilenecek sahalar”ı belirlemeye yönelik etüt ve proje çalışmaları da başlatılmıştır.
Isparta İli genelinde 1986 yılından bu yana bahsi geçen afetlerde ortaya çıkan can kaybı sayısı, 74’ü Senirkent feyezanında, 5’i Sütçüler su baskınında, 2’si Yalvaç su baskınında olmak üzere toplam 81’dir.
Toprak Yapısı ve Nitelikleri 
1. Toprak Yapısı
Ana iklim, topografya, bitki örtüsü ve zamanın etkisi ile Isparta ilinde çeşitli büyük toprak gruplarıoluşmuştur. Büyük toprak gruplarının yanı sıra toprak örtüsünden ve profil gelişmesinden yoksun, bazı arazi tipleri de görülmektedir. Isparta ilinde topraklar, genellikle kalkerli ana yapıya sahiptir. Tektonik çöküntü olukları ise, I. zaman alüvyonları ile dolmuş ilde tarımın temel kaynağını oluşturan topraklar ortaya çıkmıştır. Meyil, % 40’a kadar değişmektedir. Üst toprak, 8-40 cm arasında derinliğe sahip olup, genellikle killi kalkerli granüler ve dağılabilir durumdadır. Alt toprak üst toprakla aynı yapıda olmasına rağmen daha kababünyeli ve killidir. Toprak seviyesi bazı yerlerde taban suyu ile sınırlanmıştır. Isparta ilindeki büyük toprak grupları, özellikleri ve dağılımı aşağıdaki gibidir.
Alüviyal Topraklar: Bu topraklar akarsular tarafından taşınıp depolanan materyaller üzerinde
oluşan a,c profilli genç topraklardır. Bu toprakların Isparta ilindeki büyüklüğü 52.637 ha.dır.
Hidromorfik Alüvyal Topraklar: Bu topraklar alüvyal oluşumlarını su etkisi altında sürdüren
topraklardır. Bu toprakların il hudutları içindeki büyüklüğü 2.312 ha.dır.
Alüvyal Sahil Bataklıkları: Bu topraklar, göl kıyılarında yer alan göl ve yüzey akışlarının etkisi ile devamlı veya yılın büyük bir bölümünde yaş ya da bataklık durumunda olan topraklardır. Bu toprakların il hudutları içindeki büyüklüğü 156 ha kadardır.
Koluviyal Topraklar: Dağlık ve tepelik arazilerin eteklerinde dar vadi tabanlarında yer çekimi ve küçük akıntılarla sürüklenmiş zene büyüklüğüne göre alüviyallerdeki gibi sıralanmamış birikintiler koluviyal toprakları oluşturur. Bu toprakların il sınırları içindeki büyüklüğü 58.546 ha.dır.
Tuzlu Sodik (Çorak) Topraklar: Bu topraklar genellikle buharlaşmanın fazla olduğu ve drenaj problemi olan iklimlerde görülürler. Bunlarda % 15’den fazla sodyum bulunmaktadır. Bu toprakların il hudutları içindeki büyüklüğü 1.043 ha.dır.
 Kahverengi Orman Toprakları: Kahverengi orman toprakları yüksek kireç içeriğe sahip ana madde üzerinde oluşurlar. Bu tip topraklarda toprak derinliği sığ ve çok sığdır. İldeki toplam alanları 146.363 ha.dır.
Kireçsiz Kahverengi Orman Toprakları: Şistler, serpantin ve kristal kireçtaşı üzerinde, orman ve çalı örtüsü altında, zazıf-ileri derecede katlanmamış kireçsiz kahverengi orman toprakları
oluşmuştur. Bu toprakların ildeki büyüklükleri, 79.922 ha.dır.
 Kestanerengi Topraklar: Genellikle düz, düze yakın, orta ve dik meyilde, yer yer derin, orta derin, sığ ve çok sığ, orta ve şiddetli erozyon etkisinde olan topraklardır. Doğal bitki örtüsü, kısa ve uzun otlarla, çalılar ve seyrek orman ağaçlarından oluşur. Bu toprakların il hudutları içindeki büyüklüğü 119.204 ha.dır.
 Kırmızı Kestanerengi Topraklar: Isının ve yağışın kestane renkli topraklara nazaran daha fazla olduğu yerlerde oluşur. Pek az istisna ile bütün özellikleri kestane renkli topraklara benzemektedir. Bu topraklann il hudutlan içindeki büyüklükleri 3.055 ha’dır.
 Kırmızı Akdeniz Toprakları: ABC horizonlu topraklardır. Akdeniz iklim bölgesindeki kireç kayaları üzerinde 600 mm ve daha fazla yağış altında oluşmuş koyu kırmızı renkli topraklardır. Bazı hallerde kalkersiz ana madde üzerinde de oluşabilirler. Bu tip topraklann il hudutları içindeki büyüklüğü 27.213 ha.dır.
 Kırmızı Kahverengi Akdeniz Toprakları: Bu topraklar esas itibariyle Kırmızı Akdeniz ve Kahverengi topraklarının kanşık halidir. ABC profilli topraklardır. Yer yer hafif, orta, dik, ve çok dik meyilde olup, orta derin bazen sığ, yer yer taşlı, orta reozyon etkisinde tarıma elverişli topraklardır. Oluşum bakımından kırmızı Akdeniz Topraklarının pedojenezine uygun özellikleri vardır. Doğal bitki örtüsü, ot, maki, çeşitli türde orman ağaçlarından oluşur. Bu tip toprakların il hudutları içindeki büyüklüğü 120.643 ha.dır.
 Kireçsiz Kahverengi Topraklar: ABC profilli topraklardır. Doğal bitki örtüsü ot, ot-çalıkarışımıdır. İldeki alan büyüklüğü 61.005 ha.dır.
Regosol Topraklar: Derin, pekişmemiş mineral depozitler üzerindeki genç topraklardır. Doğal
bitki örtüsü, seyrek ot, ağaç, ağaççık ve çalılardır. İldeki büyüklüğü 5.131 ha.dır.
Yüksek Dağ Çayır Toprakları: Serin ılımandan frigide kadar değişen (Alpın) iklimlerde yer alan bu topraklar, yüksek enlem derecelerinde, yüksek rakımlarda ve orman sınırının yukarısında bulunurlar. Doğal bitki örtüsü ot, saz, çiçekli bitkilerdir. İl hudutları içindeki büyüklüğü 307 ha.dır.
Sahil Kumulları: Herhangi bir toprak developmanı bulunmayan, bu sebeple arazi tipi olarak kabul edilen denizlerin ve göllerin sahillerinden esas rüzgar olmak üzere, kısmen de dalga hareketleri ile taşınarak belirli alanlarda depo edilmiş kumullardır. Topoğrafyaları ondüleli veya tepeliktir. Belirgin bitki örtüsü yoktur. İl hududunda, göl kıyılarında yer alan bu sahaların büyüklüğü 307 ha.dır.
Çıplak-Kaya ve Molozlar: Üzerinde toprak katı bulunmadığından herhangi bir toprak
developmanı da söz konusu olmayan ve bu sebeple arazi tipi olarak düşünülen parçalanmamış veya
kısmen parçalanmış sert kaya veya taşlarla kaplı sahalardır. Bu tip arazilerde genellikle bitki örtüsü
yoktur. 
    Isparta ilinde, sınıflandırılması yapılan bu arazi tipleri dışında, il geneline dahil olup da, sınıflandırma dışı bırakılan 6.072 ha su yüzeyi de bulunmaktadır. Özellikle toprak ıslah çalışmaları ile arazi sınıfları arasında, kapladıkları alanlar ve il içindeki yüzdelerinde yıldan yıla farklılıklar meydana gelmektedir. Isparta ili topraklarında kültür bitkilerinin yetiştirilmesini ve tarımsal kullanımı kısıtlayan erozyon, sığlık, taşlık, kayalık, drenaj bozukluğu, tuzluluk ve alkalilik gibi etnik dereceleri değişen sorunlar da bulunmaktadır.
Arazi Kullanışı:
    Isparta il yüz ölçümünün önemli bir bölümü dik, çok dik ve sarp eğilimli arazilerden oluşmakta olup bu arazilerin bir kısmı orman-funda örtüsü altında bir kısmı mera ve çıplak kayalıktır. Isparta ilinde, arazi kullanımı genelde aşağıdaki gibi görünmektedir. Bu kullanım amaçları yıldan yıla alınan tedbirlerle zaman içinde büyüklük ve yüzde olarak değişikliklere uğramaktadırlar. Isparta ilindeki arazinin kullanım durumları (hektar) olarak aşağıda verilmiştir.

Orman Kaynakları:
    Isparta ilinde orman varlıkları, son yıllarda Çevre ve Orman Bakanlığı’nın çalışmaları sonucu artmaya başlamıştır. Ormansız alanlarda temel bitki örtüsü maki bitki örtüsü elemanlarıdır. Aksu vadisi boyunca Davraz Dağı eteklerine kadar Akdeniz sahillerinin tipik bitkilerinden zeytin, mersin, pınal meşesi, sandal, nar ve incir ağaçlarına bolca rastlanır. Davraz Dağı’nın eteklerine kadar karaçam, sedir, kızılçam, ardıç ağaçlarından oluşan iğne yapraklı ormanlar vardır.
    Isparta ili hudutları içindeki orman varlıklarının dağılımı, Isparta Orman Bölge Müdürlüğü’nün verilerine göre aşağıdaki gibidir.
* İyi Koru Ormanı : 138.870 Hektar (% 38,7)                       
* Bozuk Orman     : 173.838 Hektar (% 48,4)
* İyi Baltalık                 : 691 Hektar (% 0,1)     
* Bozuk Baltalık : 45.069 Hektar (% 12,5)
    İl hudutları içindeki ormanlık saha toplamı 358.468 hektar olarak belirlenmiştir. Bu sahaların büyüklükleri, son yıllarda yöredeki orman kuruluşunun planlı ve düzenli çalışmaları sonucu sürekli değişikliğe uğramaktadır. Yeni yetiştirilen genç ormanlıklar ve mevcut ormanlıklardaki devamlı iyileştirme (ıslah) çalışmaları, ilin orman kaynaklarının daha da gençleştirilmesine ve zenginleştirilmesine neden olabilecek boyutlardadır denilebilir.
    Isparta ili ormanlarının koru orman serveti 15.364.096 m3 ve baltalık orman serveti 167.285ster olarak hesaplanmıştır. Isparta ili içinde bulunan birçok ormanlık saha, milli park, tabiat parkı, tabiatı koruma alanı ve dinlenme yerleri olarak ayrılmış ve tescil edilmiş bulunmaktadır.
Mevcut Peyzaj ve Bitki Örtüsü
    Isparta ili, iklim, yükseklik ve toprak yapısı bakımından çok değişik bir durum arz eder. Bu nedenle il topraklarını örten bitki örtüsü de çok farklılık göstermektedir. Yılın her mevsiminde doğa farklı bitki örtüsü ile değişik bir peyzaj sergilemektedir. Isparta ili içindeki ormanlıklar, meralar, tarım alanları, yörenin bitki örtüsünün belirlenmesinde başlıca doğa mekanlarıdır. Yöredeki ormanlarda en çok görülen ağaç türleri, karaçam, kızılcam, katran, ardıç, sedir ve meşe ağaçlarıdır. Ayrıca belli yüksekliklerde de yabani zeytinlikler bulunmaktadır. İlde, meyil oranı % 25’e kadar varan dağlık arazilerde ve tepelerde ise keçi otlatmaya çok elverişli meşe fundalıkları yaygındır.
    İl içindeki ovalarda, her türlü hububat (buğday, arpa, çavdar, yulaf, mısır, mahlut gibi), sanayi bitkileri (şekerpancarı, tütün, anason, keten, kenevir, ayçiçeği, susam gibi), hayvan yemleri (yonca, karınga, fıg, burçak gibi), sert ve yumuşak çekirdekli meyve ağaçları (elma, armut, kayısı, şeftali, erik, zerdali, kiraz, vişne, badem, ceviz, nar, zeytin, muşmula, üzüm gibi), yaz ve kış aylarında yetiştirlen sebzeler (domates, biber, patlıcan, kabak, bamya, hıyar, börülce, taze fasulye, lahana, havuç, pırasa gibi), bakliyat cinsi (bakla, fasulye, nohut, mercimek gibi), kavun, karpuz, soğan, sarımsak, patates bitkileri görüldüğü gibi, geniş üzüm bağlarına ve gül bahçelerine de rastlamak mümkündür.
    İl dahilindeki yaylalar mart ayından başlayarak yaz ayları boyunca renk renk çiçeklerle, farklı görünüm ve kokudaki yabani otlarla kaplıdırlar.
Fauna
    Isparta ilinde, iklim, topografya ve bitki örtüsünün çeşitliliği ve elverişliği, yörede birçok evcil ve yabani hayvan türlerinin yaşamasına ve yetiştirilmesine olanak vermektedir. Bu nedenle, ilin florası kadar faunası da oldukça zengindir. Isparta ili, yabani hayvan türleri bakımından zengin bir bölgede yer almaktadır. İldeki yabani hayvanlar arasında, yaban domuzu, sansar, porsuk, tilki, tavşan, sincap, kurt, karaca, alageyik, dağ keçisi, pars, ayı ile kuş türlerinden yaban ördeği, keklik, angut, çulluk, karakarga, saksağan, sülün ve kaz sayılabilir.
    Yörede, evcil hayvanların her türü de bulunmaktadır. Sığır, koyun, keçi ve kümes hayvanlarının her türlüsü vardır. Bazı yerleşmelerde evcil hayvancılık modern işletmeler içinde yapılmaktadır.
Ayrıca, ildeki tatlı sularda, levrek, sazan, kara yengeci gibi su ürünleri de bulunmaktadır.
Doğal Değerler 
Su Kaynakları
Akarsular
    Isparta’daki akarsular, Aksu ve Köprü Irmağı haricinde genelde yaz aylarında kuru ya da çok az bir şekilde akış gösterirler. Akarsuların debisi en çok yağışlar ve eriyen kar suları nedeniyle kış aylarından başlamak üzere ilkbahar mevsiminde mart ve nisan aylarında azami seviyelere ulaşır. Bu aylarda sağanak yağışların etkisiyle sel karakterindedirler.
    Suları Eğirdir Gölü’ne dökülen, Senirkent Ovası’nın ortasında akan Pupa Çayı, Sultan Dağları’ndan doğan ve Kumdanlı Ovası’nın içinden akan Köydere (Hoyran), yine kaynaklarını Sultan Dağları’ndan alan Yalvaç üzerinden Gelendost Ovası’nı geçen Özdere, Eğirdir Gölü’nü güneyden besleyen Kocadere en önemli akarsulardır. Yine Isparta ilinde Beyşehir Gölü’ne dökülen en önemli akarsu bir kanal içinde akan ve göle kuzeyden karışan Eğriçay ile Yenişarbademli’nin güneyinden göle dökülen Hızar Deresi’dir. Keçiborlu’nun kuzeyinden Burdur Gölü’ne dökülen diğer bir akarsu da Keçiborlu Deresi’dir. Bu derelerden başka yörede yer alan birçok dere ve çay vardır ki bunlar genellikle belli dönemler dışında kuru karakterdedirler.
   Yöredeki bazı akarsular, kış ve ilkbahar aylarında taşkınlar yaparak, tarım alanlarına zarar vermektedir. Örneğin; Pupa Çayı yatağının dar ve sığ olması nedeniyle çiftçiler tarafından çay kenarına seddeler yapıldığı halde taşmakta ve tarım alanları bir süre su altıda kalmaktadır. Normal yatağında aktığı dönemde ise su motorları ile su pompalanarak, tarım alanları sulanmaktadır. Yine Aksu Irmağı’nın kaynağını oluşturan Darı Deresi, Isparta Çayı çevresindeki bahçelikler suya kavuşmaktadır. Isparta ilinde doğduktan sonra sularını Akdeniz’e kadar ulaştıran Aksu ve Köprü Irmağı ise debileri en yüksek akarsulardır. Aksu Irmağı 1.343 hm3/yıl; Köprü Irmağı 555 hm3/yıl il çıkışı toplam ortalama akışa sahiptir. Aksu kaynağını Akdağ’dan alan Dereboğazı Deresi, Ağlasun Çayı, Kovada Çayı, Değirmen Dere gibi çayları kendine katarak, Karacaören Barajına, oradan da Akdeniz’e ulaşır. Kaynaklarını Anamas Dağları’ndan alan Köprü Irmağı da birçok çayı alarak, yine Akdeniz’e dökülmektedir.
1.1.1. Aksu Irmağı: Aksu Irmağı, kaynaklarından en önemlisini Isparta’nın güneyindeki Akdağ’ın kuzey eteklerinden alır. Yörede debisi yüksek olan pınar suları ile birleşerek gittikçe derinleşen bir
boğazla Isparta’ya doğru akar. Aksu Irmağı’nın ana kaynağını oluşturan bu suya Belbaşı suyu adı
verilir. Aksu Irmağı geçtiği yörelerdeki çay ve dereleri de toplayarak, Akdağ ile Davraz arasındaki dar
ve derin boğaz olan Dereboğazın’dan geçerek güneye akar. Aksu Irmağı, batıdan gelen Minasın ve
Kadınlar Çaylarını, doğudan Davraz Dağından çıkan Darıyeri Çayı ile Çukurköy yöresinden gelen
Çukurca Çayını alır. Dereboğazı’ndan geçtip Ağlasun Çayını da aldıktan sonra ve suyu iyice
bollaşarak, Isparta il hududunu bırakmadan önce, doğudan Kovada Gölü’nden gelen Düden suları ile
birleşerek, önce Burdur ve sonra da Antalya il hudutları içine girer ve Aksu ilçesi yakınlarından
Akdenize ulaşır.
1.1.2. Köprü Suyu: Kaynağını Göl Dağları’nın orta kesimlerinden alan Köprü Suyu, Kuyucak Dağları ile Göl Dağları arasında kalan havzanın sularını toplayarak güneye doğru akar. Yılanlı Ovası’ndan
geçtikten sonra, yaklaşık 10 km uzunluğundaki Kızıldere Boğazı’na girer ve daha sonra Antalya il
alanı içinden Akdeni
ze dökülür.
1.1.3. Yalvaç Deresi: Sultan Dağı eteklerinden doğar. Pek çok küçük derecikleri toplayarak Eğirdir Gölü’ne dökülür. Yalvaç Deresi’nin yaklaşık uzunluğu 60 km kadardır.Isparta ili hudutları içinde doğan Akdeniz ve Eğirdir Gölüne dökülen bu akarsular, birinci sınıfsulama suyu niteliğindedirler.
1.2. Göller
    Isparta il hudutları içinde bulunan en önemli göller, Eğirdir, Kovada ve Gölcük Gölleri’dir. Ayrıca Burdur ve Beyşehir Gölleri, bir kısımda Isparta il sınırları içine girmektedir. Isparta il alanı, genel olarak III. zamandaki kıvrımlarla yükselmiş, daha sonra volkanik ve tektonik hareketlerle yeni şekillenmeler kazanmıştır. Böylece il topraklarında sayısız tektonik çukurlar oluşmuştur. Bu çukurların zamanla su ile dolmasından göller ortaya çıkmıştır. Burdur il alanını da kapsamak üzere, Taşeli ve Tekeli platolarını sınırlayan dağların çizdiği üçgen içinde kalan bu yüksek bölgeye, çok sayıda tektonik göl oluşması nedeniyle, Göller Bölgesi adı verilmektedir.
1.2.1. Eğirdir Gölü 
Isparta ili hudutları içinde olduğu kadar Göller Bölgesinin de en önemli göllerinden birisi Eğirdir Gölüdür. Eğirdir Gölü, Sultan ve Karakuş Dağları’nın arasında ve il alanının ortasında yer almaktadır. 517 km2 yüz ölçümü ile Türkiye’nin 4. büyük gölüdür. Kuzey-güney uzunluğu 50 km olan, doğu-batı genişliği ise 3 ila 15 km arasında değişen Eğirdir Gölü, takriben 3.309 km2 lik bir havzanın sularını toplamaktadır. Gölün oluşumunda karstik yapının payı büyüktür. Ana kalker temeli üzerinde yer alan çöküntü oluklarının birbirleriyle birleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Göl, deniz yüzünden 916 m yükseklikte olup, ortalama derinliği 12 m kadardır. Maksimum derinliği ise Eğirdir yakınlarında 16.5 m’dir.
    Göl suları bulanmaz. Gölün güneybatı sahillerinde derin ve kuytu koyları vardır. Sarp kayalar ve yarlar bu koylara çok güzel görünümler vermektedir. Göl kuzeyden güneye uzanmaktadır ve genelde yeraltı su kaynakları ile beslenmektedir. Suyu tatlıdır. Çevresi ormanlıktır. Bu kaynak suları gölün içinde muhtelif yerlerden çıkmaktadır. Göl kaynak sularından başka, civardaki pınarlarla da beslenmektedir. Bunların başlıcaları, Gençali’nin yanından çıkan ve hemen göle giren Kanlı Palamut Pınar, bunun hemen güneyindeki ve daha bol suyu olan Karaot Avlığı Pınarı, Tırtar altından çıkan Koca Pınar ve Havutlu Pınarı’dır.
    Gölde poyraz rüzgarları tehlikeli dalgalar yaratır. Hoyran’ın güneyinde Eğirdir’e doğru hızlı sayılabilecek bir akıntı vardır. Eğirdir Gölü, iki kısma ayrılmaktadır. Kuzeyde kalan ve daha küçük göl kesimine Hoyran Gölü, güneyde kalan kesimine ise Eğirdir Gölü denir. Her iki göl Hoyran Boğazı ile birbirine bağlanır. Gölün kenarları genellikle diktir. Bu dikliğin kaybolduğu Gelendost ve Hoyran yörelerinde göl kıyısında bataklıklar bulunur. Gölde, Eğirdir ilçesinin üzerinde bulunduğu yarım adanın bir uzantısı gibi küçük iki ada vardır. Biri Can Ada, diğeri Yeşilada (Nis)’dır. Yeşil ada üzerinde 100 kadar ev bulunmaktadır. Son yıllarda göl sularının azalmasından yararlanılarak bu adalar birbirine ve Eğirdir’e bağlanmış bulunmaktadırlar. Gölde balık çoktur. En iyi cinsleri çapak, siraz, çiçek, levrek ve sudaktır. Gölde balıkçılığı daha ziyade Yeşilada sakinleri yapmaktadır.
    Eğirdir Gölü’nden, Eğirdir regülatörü ile kontrol edilen 25 km uzunluğundaki ve 25 m3/snkapasiteli bir drenaj kanalı ile Kovada I ve II Hidrolik Santralleri’nin su ihtiyacı karşılanmaktadır.
    Haziran 1996’da, Çevre ve Orman Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı ile Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü’nün ortak kararı ile Eğirdir Gölü, doğal sit alanı ilan edilmiştir. Yörenin en önemli su havzalarından biri olan Eğirdir Gölü’nün 1’inci 300 m kıyı şeridinin de 3’üncü dereceden sit alanı olarak ilan edilmesi kararlaştırılmıştır. Belirtilen alan içinde bulunan kaçak yapılaşmaların yıkılacağı ve bundan böyle bu alanda Koruma Kurulu’nun kararı alınmadan hiç bir yapılaşmaya müsaade edilmeyeceği de belirtilmiştir.
1.2.2. Kovada Gölü: Eğirdir Gölü’nün regülatöründen çıkan su fazlası, bir kanal aracılığı ile Kovada Gölü’ne dökülmektedir. Kovada Gölü dekarstik çukurlarının su ile dolması sonucu oluşmuştur. Gölün kuzey-güney uzunluğu 15 km olup, genişliği ise 2-3 km arasındadır. Kovada Gölü eskiden, şimdiki durumundan on kat daha küçüktü. Sonraları Eğirdir Gölü’nün fazla suları göle akıtılmış ve bugünkü durumunu almıştır. Gölün genişliği 9 km’yi ve çevresi de 20.6 km’yi bulmuştur. Batı yöresinin dışında gölün çevresi genellikle sazlık ve kamışlıktır. Suyu tatlı olup, bulanmaz. Bu nedenle gölde bol balık yaşar. Yerli balık türleri içinde en önemlisi sazandır. Ayrıca tatlı su yengeci, su böceği ve midyede bulunmaktadır.
    Kovada Gölü’ nün suları, Kırıntı Köyü yakınlarındaki sırttan, Kuru Dere Vadisi’ne akıtılmaktadır. Akıtma sonucu ortaya çıkan düşüşten, elektrik enerjisi üretilmektedir. Kovada Gölünün doğal görünümü çok güzeldir. Çevresinde çok zengin olan bitki örtüsü içinde, yabani ördekler ve diğer av hayvanları yaşamaktadır. Bu özellikleri nedeniyle, Kovada Gölü ve çevresi, Bakanlar Kurulu kararıyla milli park kapsamına alınmış bulunmaktadır.
1.2.3. Gölcük: Gölcük, Isparta’nın 5 km güneybatısında ve deniz yüzeyinden yüksekliği 1380 m olan, krater çukurunun su ile dolmasından oluşmuş bir krater gölüdür. Gölcük, 150-300 m kadar yükselen ve volkanik küllerle kaplı tepelerle çevrilidir. 1.5 km çapında bir daire biçiminde olup, gölün ortasına doğru derinliği 32 metreyi bulmaktadır. Gölcük ve yöresinde yapılan araştırmalarda, yüzeyleme veren formasyonlar, tortul, ultramatik ve volkanik kayaçlar olmak üzere başlıca üç gruba ayrılırlar. Bunlardan tortullara ait en yaşlı formasyonu Akdağ kireç taşları oluşturmaktadır. Diğerlerini konglomeralar ve flişler meydana getirmektedir. Gölcük ve çevresindeki volkanik kayaçlar, Traki-Andezitleri; sıkı tüfler ve sünger taşlarından oluşmaktadır.
    Gölcük genelde yağmur suları ve dipten kaynayan kaynaklarla beslenmektedir. Son yıllarda gölün suyunda biraz azalma gözlenmektedir. Göl kapalı havza halinde olmasına rağmen suyu tatlıdır. Göl çukurluğunun çevresindeki tepeler, göle dik inerler. Yalnız gölün güney doğusundaki kumlu tepelerin altında kütle halinde dik bazalt kayaları vardır. Çukurluğun, batısında ise, kumlu tepelerin altında göller bölgesinin mezozik, kütlevi, yan mermer kalkerle meydana getirmektedir.
    Gölde az da olsa balık vardır. Gölün kenarından en çok 3 veya 5 m açılınca, suyun birdenderinleştiği görülür. Gölcük çevresi DSİ’nce tamamen ağaçlandırılmıştır. Gölcük ve civarı özellikle Isparta merkez ilçe halkı tarafından mesire yeri olarak kullanılmaktadır.
1.2.4. Kara Göl: Isparta’nın en yüksek dağı olan 2.998 m yükseltili Dedegöl Dağları’nın 2335 m dorukları arasında 2.500 m2 büyüklüğünde bir buzul gölüdür.
1.2.5. Beyşehir Gölü: Batı Toroslar’ın doğu kesiminde kuzeybatı-güneydoğu doğrultulu Anamas Dağları’nın doğusunda yine aynı şekilde uzanan Beyşehir Gölü tektonik kökenli bir çukurluğun sularla dolması sonucu oluşmuştur. 656 km2 alanı ile Türkiye’nin üçüncü büyük gölüdür. Uzunluğu 45 km, genişliği ise 13-25 km arasında değişmektedir. Gölün suları bir gidegen vasıtasıyla kısmen Suğla Gölü’ne geçer.
    Diğer göllerde olduğu gibi, Beyşehir Gölü’nden de tarım alanlarının sulanması için faydalanılmaktadır. Eğirdir, Kovada, Beyşehir Gölleri aynı zamanda önemli balıkçılık alanlarıdır. Buralardan kontrollü bir şekilde avlanma yapılmaktadır.
    Burdur Gölü de Isparta’ya komşu bir göldür. Sularının dışarıya akıntısı olmaması nedeniyle suyu tuzludur. Bu nedenle göl suları kullanılmamaktadır.
1.3. Baraj Gölleri ve Göletler
Isparta ve yöresinde çok sayıda baraj ve gölet bulunmaktadır. Bunlar ilin turizm ve rekreasyonpotansiyelini arttırmaktadır. Mevcut baraj ve gölet çevresindeki alanlar yakın çevresindeki yerleşme nüfusu tarafından günübirlik alan olarak kullanılmaktadır. Isparta’da bulunan barajlar aşağıda sunulmuştur.
1.3.1. Uluborlu Barajı: Uluborlu ilçe merkezinin güneybatısında Pupa Çayı üzerinde kurulmuş kaya dolgu tipinde yapılmış bir barajdır. 110 ha alana sahip olan baraj, 1984 yılında hizmete açılmıştır. Şalgamlık, Karatavuk ve Kuruçay’ın sularının toplanmasıyla oluşmuştur. Toplam hacmi 21.400 hm3 olan baraj, sulama ve taşkın önleme amacıyla inşa edilmiştir. Direk olarak dip savakları sulama kanallarına bağlı olan baraj, Uluborlu ilçesinde oldukça önemli bir tarım alanını sulamaktadır (2.454 ha). Burada meyvecilik ön plana çıkmakta ve özellikle kiraz, elma ve vişne bahçeleri sulanmaktadır.
1.3.2. Yalvaç Barajı: Yalvaç ilçesi Sücüllü kasabasının kuzeyinde Sücüllü (Kuruçay) çayı üzerine 1973 yılında kurulan baraj, esas olarak sulama amacıyla inşa edilmiştir. 83 ha alana ve 8.00 hm3 hacme sahip olan baraj, daha önceleri tamamen kuru tarım yapılan sahada, yaklaşık 2.000 ha alanda sulu tarım yapılmasına imkân sağlamıştır.
1.3.3. Sorgun Barajı: Aksu-Yılanlı projesi kapsamında yapılmış olan Sorgun Barajı Aksu ilçe merkezinin kuzeyinde bulunmaktadır. 13,80 m3 hacim ve 91 ha alana sahip olan baraj, Sorgun Deresi üzerinde kurulmuştur. Taşkın önleme ve sulama amacıyla inşa edilmiştir. Bu proje ile Aksu-Yılanlı ovasında 3.207 ha alan sulanmaktadır.
1.3.4. Karacaören Barajı: Aksu ırmağı üzerinde 1989 yılında inşası tamamlanan baraj, sulama, taşkın önleme ve enerji üretimi amacıyla kurulmuştur. 1.234 hm3 hacmi ve 4.550 ha toplam alana sahiptir. Toplam alanın 2.383 ha’ı Isparta il sınırlarında yer alır. Sütçüler ilçesinin Çandır, Melikler, Şeyhler gibi köylerinin ve çevredeki tarım alanlarının su kaynağı Karacaören baraj gölüdür.
İklim 
    Isparta ili, Akdeniz iklimi ile Orta Anadolu da hüküm süren karasal iklim arasındaki geçiş bölgesinde yer almaktadır. Bu sebeple il sınırları içinde her iki iklim özellikleri de görülür. İlimizde yarı kurak, az nemli, kışları serin, yazları sıcak bir iklim yaşanır. İlimizin Akdeniz’e yakın olan güney bölgelerinde Akdeniz ikliminin özelliği gözlenir. Yazları sıcak ve kurak, il merkezinde kışlar ilimizin kuzey bölümlerine göre ılık ve yağışlı geçer. Kuzeydoğuyagidildikçe karasal iklim özellikleri kendini gösterir. Kışlar daha soğuk geçer. Kuzey bölgeler daha az yağış alır.
1. Sıcaklık
İlimizde, yaz-kış ve gece-gündüz arasındaki sıcaklık farkları ne Akdeniz Bölgesi gibi az, ne de Orta Anadolu gibi çok fazladır. Isparta ili, Akdeniz Bölgesi’nin yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı iklimi ve orta Anadolu’nun kurak iklimi arasında geçiş alanında bulunur. Isparta’nın sıcaklık değişimleri üzerinde denizden uzaklık ve yüksekliğinin etkisi büyüktür. Isparta’nın en sıcak ayları temmuz ve ağustos, en soğuk ayları ise ocak ve şubattır. Isparta’nın 30 yılı aşkın sıcaklık gözlemlerine göre, ilin yıllık ortama sıcaklığı (12,0 °C)’dir. İlde tespit edilen en yüksek sıcaklık, (38,7 °C), en düşük sıcaklık ise (-21,0 °C) dir. İlde, sıcaklıklara bağlı olarak genelde kasım ayında sonbaharın ilk donları görülmeye başlar, donlu günler bazı yıllar nisan ayının sonlarına kadar sürmektedir. Isparta’da yıllık ortalama donlu günlerin sayısı 84,3 gündür.
2. Yağış
İlimizde yağışların önemli bir kısmı kış ve ilkbahar mevsimlerinde düşer (%69). Akdeniz Bölgesi’nde bulunan Toros Dağları’nın denize paralel olması nedeniyle, nemli ve sıcak hava ilimize kadar ulaşamamaktadır. Bu nedenle ilin iç kesimlerini çevreleyen dağların güneyinde kalan alçak yöreler daha fazla yağış almaktadır. Yağış ortalaması, Sütçüler ilçesinde 895,6 mm gibi bir değere ulaşırken, Şarkikaraağaç ilçesinde yalnız 445,2 mm’dir. İl merkezinde ise ortalama yıllık toplam yağış miktarı 508,3 mm’dir. Isparta ilinde ortalama yıllık yağışlı gün 95 gündür. Isparta’da dolu şeklinde yağışlar en çok ilkbahar ve sonbahar aylarında görülür.
3. Rüzgar
İlimizde hakim rüzgar yönü güney doğudur. İkinci derecedeki hakim rüzgar yönümüz ise batı-kuzeybatıdır. İlimizdeki ortalama rüzgar hızı 2,0 m/sn’dir. İldeki kuvvetli rüzgarlı gün sayısı ortalama 33 gündür. Fırtınalı günler ortalaması ise yılda 4 gündür.
4. Oransal Nem
Isparta’da 32 yıllık ortalama nispi nem % 61’dir. Nispi nemin en yüksek olduğu aylar kış aylarıdır. Nem oranı ocak ve şubat aylarında % 70’in üzerindedir. Temmuz aylarında ise ortalamalar % 47,5’e kadar düşmektedir.
5. Güneşli Günler
Isparta’da günlük ortalama güneşleme müddeti 7,3 saattir. Güneşlemenin en çok olduğu ay, ortalama günde 11,4 saat ile temmuz, en az olduğu ay ise günde 3,2 saat ile aralık ayıdır. Isparta’da gökyüzünün açık günlerin sayısı yıllık 126 gün, kapalı günlerin sayısı ise 48 dir. Isparta’da yıllık bir cm2 alana toplam 3.873 kaloridir

6. Karlı Günler
Isparta ilinde, rakımın yüksek olması nedeniyle komşu illere nazaran yıllık kar yağışı fazladır. İlimizde kar yağışları daha ziyade, aralık-mart ayları içinde olmaktadır. Nadiren kasım ve nisan aylarına da kaydığı görülmektedir. Genelde civardaki dağlarda ve yaylalarda uzun süre kalkmayan kar, kent merkezlerinde ve şehirlerarası yollarda uzun süre kalmaz. Yöredeki en fazla kar kalınlığı 85 cm kadar olmuştur. Isparta’da ortalama yılın 14 günü toprak karla kaplıdır. Çok az olarak bazı yıllarda bu süre artabilmektedir.


Gülcülük:
 Isparta, Türkiye’nin gül ve gülyağı üretim merkezidir. Yağcılıkta kullanılan güller,Anadolu’ya XIX. yüzyıl sonlarına doğru Bulgaristan göçmenleri tarafından getirilmiştir. Isparta’da ise ilk yağ gülü üretimi 1888 yılında ve gülyağı üretimi de 1892 yılında "Müftüzade İsmail Efendi" tarafından gerçekleştirilmiştir. XIX. yüzyıl sonlarında, Türkiye’de gülcülük, öncelikle, Bursa’da, Akdeniz Bölgesi’nin ve Ege Bölgesi’nin bazı yörelerinde yapılmaya çalışılmışsa da çeşitli nedenlerle nitelikli üretimde başarılı olunamamıştır. Ülkede Isparta ve Burdur yöresi, yağ gülü yetiştirilmesi için çok uygun toprak ve iklim şartlarına sahip olduğundan, gülcülük tarımı öncelike Isparta’da olmak üzere, bu yörede oldukça tutulmuş ve yaygınlaşmıştır.
    İlde en uygun gül dikim mevsimi kasım ve aralık aylarıdır. Gül fidanlarının dikimleri, bakımlarıözel ihtisas gerektirir. Gül bahçeleri yazın temmuz ve ağustos aylarında sulanmalıdır. Gülfidanlanndan dikildikleri ilk yıl ürün alınmaz. Ürün vermeye ikinci yılda başlarlar. Bir gül fidanındanortalama 5 yıl süre ile ürün alınabilmektedir. Bir kez, gül fidanından hasat başladıktan sonrada, gül çiçeklerinin, o fidandan ara vermeden toplanması gerekmektedir. Havaların uygun olması halinde mayıs ayı sonlarında gül çiçekleri toplanmaya başlanır. Bu başlama işi bazı yıllar haziran başlarınakadar da uzatılabilir. Gül çiçeklerinin toplanmasına sabah saat 05:00’te başlanır, bu toplama işlemine saat 10:00’da son verilir. Gül çiçeklerinin, mutlaka, henüz üzerinde sabah çiği bulunduğu ve henüz güneşin vurmadığı saatlerde toplanması gerekmektedir. Aynca, gül çiçeklerinin günlük olarak toplanması da, kaliteli gülyağı elde edilmesi bakımından çok önemlidir. Güller sapsız olarak düğümleri ile birlikte toplanır. Toplamada makas ve benzeri kesici aletler kullanılmaz. Genelde gül toplama mevsimi 25-30 gün kadar sürer. Bir dönümlük bir gülbahçesinde 1000-1200 kadar gül fıdanı bulunur. Bir fidanın yıllık çiçek verimi yaklaşık olarak 500-600 gr’dır. Toplanan güller sepetlere konur. Bunlar daha sonra küfelere ve çuvallara aktanlır ve işlenmek üzere fabrikalara veya imalathanelere gönderilir. Gülyağı işletmesi, toplanan gül çiçeklerini aynı gün işlemek zorundadır. Gül çiçeğinin işlenmesinde bir gecikme olursa verim ve nitelik düşük olur. Gül çiçeği toplanması gibi gülyağı üretimi de yılda bir ay kadar sürmektedir.
    Türkiye’de gülyağı üretiminde kullanılan gül çiçeklerinin yetiştirildiği bahçelerin % 90’ı Isparta’da, % 10 kadarı da Burdur’da, Afyonkarahisar’da ve Aydın’da bulunmaktadır. Gülyağı çoğunlukla parfümeri sanayiinde kullanılır. Üretilen gülyağı daha ziyade başta Fransa olmak üzere, İngiltere, ABD, Almanya, Hollanda, İtalya ve bazı Arap ülkelerine satılmaktadır. Dünyada başlıca gülyağı üretici rakip ülkeler: Bulgaristan, Sovyetler Birliği, Fas’dır. Fakat en nitelikli yağ gülleri ise Bulgaristan ve Türkiye’de üretilmektedir.
    Başlangıçta, gülyağı üretimi yörede çok ilkel imalathanelerde yapılmıştır. Isparta’da ilk gülyağı fabrikası, Atatürk’ün Isparta’ya gelişlerinde verdiği talimat üzerine 1935 yılında kurulmuştur. Gülbirlik Tarım Satış Kooperatifi, Isparta ve yöresinde yetiştirilen gül üretimin çok büyük kısmını üreticiden alıp işlemekte olan kooperatif kuruluşudur. Bu Birliğin, Isparta ve yöresinde 6 kooperatifi bulunmaktadır. Birliğin ortak sayısı ise 8.000 kadardır. Isparta ve yöresindeki Gülbirlik’ e ait gülyağı fabrikaları ve tesislerinin yerleri ve kapasiteleri aşağıda sunulmuştur.
* Yakaören Gülyağı Fabrikası 140 Ton/Gün kapasiteli
* İslamköy Gülyağı Fabrikası 80 Ton/Gün kapasiteli
* Kılıç Gülyağı Fabrikası 70 Ton/Gün kapasiteli
* Güneykent Gülyağı Fabrikası 40 Ton/Gün kapasiteli
* Aliköy Konkret Tesisleri 33 Ton/Gün kapasiteli
Bu fabrika ve tesislerden başka Isparta’da bazı özel kuruluşlara ait fabrika ve tesisler debulunmaktadır. Bu tesislerde, gülyağı, gül konkreti ve gülsuyu üretimleri yapılmaktadır.
Gülyağı: Parfüm ve kozmetik sanayinin en önemli ve en pahalı ham maddelerindendir. Gülyağı pembe yağ güllerinin buharlı distilasyon yöntemiyle kaynatılmasıyla üretilir.
Gül Konkreti: Fermantasyona uğramamış, rengini ve kendine has yapısını bozmamış son derecetaze pembe güllerin extraction metodu ile işlenmesinden elde edilen krem kıvamında, koyu vişne çürüğü rengi görünümünde katı gülyağıdır. Bu da parfüm ve kozmetik sanayinin ham maddelerinden biri olan absolüt üretiminde kullanılır.
Gülsuyu: Gülyağı üretim esnasında elde edilen yağlı suyun (mayanın) bire bir oranındadamıtılmış, saf, temiz ve sıcak su ile karıştırılması sonucunda elde edilen gül kokulu naturel sudur.Gül sularının naturel olması, zararlı madde içermemesi nedeniyle bazı yiyecek maddeleri ve tatlılarda aroma olarak, cildi besleyici ve dokuları gerginleştirici özelliği nedeniyle vücut ve makyaj temizliğinde kullanılmaktadır.
1.2. Elmacılık: Isparta ve yöresi, elma üretimine oldukça elverişli bir ekolojiye sahiptir. İldeki çiftçiailelerinden, yaklaşık 25-30 bin kadar aile elmacılıkla uğraşmaktadır. Elma bahçelerinin çoğunluğu50-1000 ağaçlık küçük boy aile işletmeleridir. İlde yaklaşık olarak 205.680 dekarlık toplu bir alanda elmacılık yapılmaktadır. Elma bahçelerinin en yoğun bulunduğu yerler; Eğirdir, Gelendost, Isparta Merkez, Senirkent, Gönen, Yalvaç, Uluborlu ve Atabey ilçeleridir. Yörede eski çöğür anaçlı çeşitlerin yerine ve yeni arazilere olmak üzere; son yıllarda bodur ve yarı bodur anaçlarla tesis edilmiş yeni elma bahçeleri kurulmaktadır. Yetiştirilen başlıca elma çeşitleri ise, starking, bodurstarking, golden ve bodur goldendir. 2009 yılında, il genelinde yaklaşık 4 milyon meyve verim çağındaki elma ağacından, 610 bin ton elma üretimi yapılmıştır. Bu elmaların yaklaşık % 50’si kadar ihraç edilebilmektedir. Avrupa ülkeleri ve Arap ülkeleri başlıca ihracat yapılan ülkelerdir.
1.3. Kirazcılık: Isparta ve yöresi, kiraz üretimi için de oldukça elverişli toprak özelliklerine, sulama olanaklarına sahiptir. İlde kiraz üretiminin merkezi Uluborlu ilçesidir. Halk arasında "Napolyon Kirazı" adı verilen ve esas adı "Ziraat 0900" olan kiraz, uzun saplı, çok sert, gevrek, sulu, lezzetli ve çok kalitelidir. Bu kirazın büyük bir kısmı her yıl özellikle Avrupa ülkeleri ile Arap ülkelerine gönderilmektedir. 2009 yılında, 36.349 dekarda, meyve verim çağında 498.110 kiraz ağacında yapılan yıllık üretim yaklaşık 20.605 ton kadardır.
Isparta ve yöresinde, özellikle elma ve kiraz meyveciliğinin çok gelişmiş olması nedeniyle soğukhava depoculuğu da oldukça yaygınlaşmıştır. Hemen hemen her ilçe merkezinde yıllık elmaüretimleri ile orantılı olarak bir veya birkaç soğuk hava deposu bulunmaktadır. Her yıl bunlarayenileri de eklenmektedir. 2009 yılı itibariyle ilimizde, 73 adet soğuk hava deposu, 316.790 ton kapasite ile faal olarak çalışmaktadır.
5.2.1.4. Hayvancılık: Tarımsal uğraşlar arasında bulunan hayvancılık da Isparta ve yöresinde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. İl’de tarımsal bitki üretiminin yanında, iklim koşulları ve toprak potansiyelinin uygun olması nedeniyle hayvancılık da gelişmiş bir tarım kolu haline gelmiştir. İl’de, büyük baş, küçük baş ve kümes hayvancılığının her türlüsü yapılmaktadır. Son yıllarda ilde uygulanan hayvan ıslah çalışmaları ile, gerek hayvan sayısında ve gerekse hayvasal ürünlerde dikkati çeken gelişmeler olmuştur.
İl’de Keçiborlu’nun Kılıç ve Senir kasabaları başta olmak üzere Merkez ve Gelendost ilçelerinin bazı köylerinde besihaneler mevcut olup, bunlarda kesim ve bilinçli bir büyük baş hayvan besiciliği, Senirkent ve Yalvaç ilçelerinde de koyunculuk yapılmaktadır.
İlin engebeli, orman-fuındalık olan arazisi oldukça önemli sayıda kıl keçisi yetiştirilmesine çok uygundoğa koşulları yaratmaktadır. İl dahilinde, önemli oranda kıl keçisi, özellikle, Eğirdir, Sütçüler,Merkez ilçe ve Keçiborlu’da beslenmektedir. İlde az da olsa tiftik keçisi de beslenmektedir. Tiftik keçisi daha ziyade Yalvaç ve yöresinde bulunmaktadır. İlde, aile işletmeleri biçimindeki hayvancılık da yaygındır. Kırsal kesimlerde hemen her evde 1-2 inek, 3-5 koyun-keçi ve 8-10 tavuk şeklinde, hayvancılık görmek mümkündür. Ancak son yıllarda yöreye devletçe damızlıkların bolca verilmesi nedeni ile süt inekçiliğinde de büyük sıçramalar olduğu görülmektedir.
Türkiye'nin Gül Bahçesi 
    ISPARTA GÜLÜ TARİHÇESİ   
    İnsanın günlük yaşamında çok özel bir yeri olan gül; aşkın, güzelliğin, sevginin ve saygının ifadesini en güzel bir şekilde bünyesinde toplayan bir çiçektir. Kuzey yarım küre bitkisi olan gülün orijini Doğu Asya'dır. Kesin olmamakla birlikte gül yağı ve gül suyunun ilk olarak İran veya Hindistan'da üretildiği, buradan Anadolu, Avrupa, Kuzey Afrika ve Doğu Asya'ya yayıldığı bildirilmiştir.
    Fosil kaynaklı kayıtlara göre, gülün yeryüzündeki varlığı en az 35 milyon yıllık bir geçmişe sahiptir. Gül çiçeğinin insanlık tarihindeki yeri ve önemi ise en az 5000 yıllık çok renkli bir geçmişe dayanır.
    Anavatanı olan Orta Asya’dan ticaret yolu ile dünyanın diğer bölgelerine ulaşmış olan gül, güzel kokusu, tıbbi değeri ve beslenmedeki yeri dolayısıyla antik çağlardan beri efsanelere konu olmuş ve güzel kokunun peşinde olanlar için vazgeçilmeyen bir çiçek olmuştur. Hatta öyle ki, antik dönemde Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar için gül bahçeleri, en az buğday tarlaları ve meyve bahçeleri kadar önem taşımıştır.
    Gül kokusunu kalıcı yapmak için tarihte ilk yöntem antik çağlarda Mısır, Mezopotamya, Hint ve Çin gibi medeniyetler tarafından kullanılan yağlarla maserasyon (gül çiçeklerinin uygun yağlarda belli bir süre bekletilme yöntemi) olmuştur.
    Daha sonra ise M.Ö. 3500’de keşfedilen su ile ekstraksiyon (belli metodlarla gül çiçeklerinin suda bekletilmesi ve sonra süzülerek bu suların kullanılması) yöntemi uygulanmıştır. Daha sonra, M.Ö. 50’de insanlığın keşfettiği “ruhunu yakalamak” usulü yani damıtma ile elde edilen ürünler ortaya çıkmış, gülsuyu haline gelmiştir. Son aşamada da bu gülsuyunun içindeki güzel kokulu yağ taneciklerini toplamak için çaba harcayarak gül yağı dediğimiz gül esansını elde etmek olmuştur.
ISPARTA DA GÜL ÜRETİMİ NASIL BAŞLADI?   
    Isparta da gülcülüğün binlerce yıl gerilere giden, eski, köklü bir tarihi yoktur. Isparta gülcülüğü, en çok 150 yılı bile geçmeyen bir tarihe sahiptir. Daha gülcülük Isparta'da bilinmez iken Burdur, Denizli, Çal yörelerinde Gül tarımının yapılmakta olduğu bilinmektedir.    
    Gülcülüğü Isparta'ya, Yalvaç ilçesinden gelip Isparta'ya yerleşen Meydanbeyoğlu, Mehmet İzzet'in oğlu İsmail Efendi getirmiştir. Bu getirişin de çileli, çok ilginç bir öyküsü vardır.
    İsmail Efendi, iyi bir medrese eğitimi almış ve kendini sürekli geliştirerek görüş açısı oldukça geniş bir kişi olarak yetişmiştir. Gülcüzade İsmail Efendi’nin ilk ticari teşebbüsü dokumacılık olmuş, çeşitli ustalardan aldığı bilgilerle kurduğu dokuma tezgahları sayesinde bu mesleğin Isparta ve Burdur çevresinde hızla yayılmasını ve bir çok kişinin bu mesleği öğrenmesini sağlamıştır. 1889 yılında Bulgaristan’a bağlı Kızanlık bölgesinden Denizli’nin Çal ilçesine gelen bir tapu memurunun gül çiçeğinden yağ elde edebildiğini öğrenmesi ile bu kişi ile mektuplaşmış ve Gülcülük üzerine geniş bilgilere sahip olmuştur.         İ
    İsmail Efendi her Isparta'lı gibi bilinçli, uyanık, yeni bir şeyler öğrenmeye, yapmaya susamış, kendine güvenli, çalışkan, sabırlı, hırslı, direnme gücü olan, inatçı kişiliğe sahip bir kişi idi. O vakte dek, Isparta ovasına ne ekilip dikilir ise pek gelir getirmiyor, çalışıp çabalamalar boşa gidiyordu.   
    İsmail Efendi şöyle komşu illere Burdur, Denizli, Çal yörelerine doğru bir geziye çıktı. Oralarda ne ekip dikiyorlar, topraktan nasıl daha çok gelir sağlıyorlar baktı, çekti. Gülcülük büyük oranda yapılır ise iyi para getirir, Isparta topraklarında da gül yetişir, kanısına vardı. Hiç vakit geçirmeden otuz dekar toprak sağladı. Çukurları açtırdı. Çevrede bulunan süs güllerinin içinden yağ gülü olabileceklerden, fidanlar aldı. Otuz dönüm yerin otuz dönümüne de gül dikti.   
    Yeni dikilen gülün üç ile beş yıl sonra en iyi ürün vereceğini biliyordu. sabırla gül bahçesini aksatmadan suladı, yabani otları yoldu, çapaladı, o günlerin koşullarına göre zararlı böcekleri öldürücü ilaçlar attı.   
    Daha üçüncü verim yılı gelmeden gülyağı çıkarma işinde kendine gerekli olacak araçların bazılarını yerli ustalara Isparta'da yaptırdı. Ustaların yapma güçlerinin dışında kalanları da Bulgaristan'a dek gitti; oradan aldı, geldi. Güzelce, noksansız bahçesine kurdu. Gülyağı çıkarırken gerekecek suyu da "Bambullu Ceviz" denen yerden getirdi, bahçesine akıttıktan sonra, sabırla üçüncü ürün yılını beklemeye başladı  
     Parasal yönden de sıkıntı, bunaltı içindeydi. Müthiş paraya gereksinmesi vardı. Büyük bir girişimde bulunmuş, atılım yapmıştı. Otuz dönüm toprak sağlamış, çukur kazdırmış, gül fidanlarını diktirmiş, gülyağı çıkarılmasında gerekli olacak araçlara da pek çok para vermiş, yatırım yapmıştı. İyi ürün alır, gülyağı çıkarır, eline toptan para geçerse, harcını borcunu ödemeyi düşlüyordu. Dört gözle beklemekte olduğu üçüncü ürün yılı geldi. Don, kar, kış, rüzgar, yağmur, dolu... anlayamadığı bir tabiat olayı nedeniyle gül fidanları hiç çiçek vermediler. Emekleri, harcadığı bunca para boşa gitti. Umudunu bir yıl sonrasına, dördüncü ürün yılına bağladı. O yıl da bahçesi iyi çiçek verdi; bu kez gülyağı çıkarma yöntemini bilmeyişi yüzünden başarılı olamadı...
 DELİRDİ KEÇİLERİ KAÇIRDI BU ADAM. ALLAH AKIL FİKİR VERSİN!                                          
    Gözler İsmail Efendi'nin üstündeydi. Halk, ilgiyle onu izliyor; yolda, sokakta, kahvede, handa evde yerde... hep onun bu girişimi konuşuluyor, çektiği emeğin, harcadığı paranın hesabı, kitabı yapılıyor, alaya alınıyor, eğleniliyor;
"Delirdi, keçileri kaçırdı bu adam, Allah akıl fikir versin" deniyordu.   
    Gülcü İsmail Efendi, direnme gücünü yitirmedi. Kulaklarını çevrede söylenenlere tıkadı. Başarısızlığının nedenleri üzerinde durdu. Sordu, soruşturdu, inceledi, araştırdı. Çalıştı, çabaladı gülyağı çıkarma yöntemini en küçük ayrıntısına varana dek öğrendi. Kendini, bir sonraki ürün yılına iyiden iyiye hazırladı.
ÇUVAL ÇUVAL GÜL ÇİÇEĞİ; DESTE DESTE PARA    
    Kış mevsiminin soğuklu, karlı günleri geçip, gittiler. İlkbahar mevsimi gelir gelmez, Gülcü İsmail Efendi'nin bahçesinde bir diriliş, bir canlanma görüldü.. Bakımlı, tertemiz bahçedeki insan boyunu aşan gül ağaçları, önce yeşil yeşil yaprak, sonra da pembe gül tomurcukları vermeye başladılar. Mayıs ayının ilk haftasında havalar ısınınca bahçe, top top koca koca yapraklı, pembe renkli güllerle, doldu kaldı.. Öyle de bir güzelleşmiş, iç açıcı olmuştu ki.. Güllerin içinden yanık yanık bülbüllerin sesleri geliyor, çevreye insanın iliklerine işleyen hoş bir gül kokusu yayılıyordu...    
    Ne idi bu gül çiçeğinin bolluğu böyle? Görülmüş şey değil. Kadınlı erkekli yüzlerce kişi sabahın alaca karanlığında bahçeye geliyor, akşama dek çuval çuval toplanan gülleri taşıya taşıya bitiremiyorlardı. Gül sezonu bir ay kadar sürdü. Gülcü İsmail Efendi de eline geçen bu fırsatı çok iyi değerlendirdi. Binbir güçlük, zorluk, çile ve çaba.. ile üretmeyi başardığı katkısız arı "Gülyağı" ve "Gül Suları" nı değerince sattı; eline parasını aldı. İlk iş olarak her doğru, dürüst, namuslu... insanın yaptığı gibi borçlarını ödedi. Yeni bir ev yaptırdı. Evini de o günün gelenek, görenek, töresine göre dayadı, döşedi. Daha elinde pek çok parası kalmıştı. Bunu da çarçur etmedi; otuz dönüm gül bahçesini 50, 75, 100... dönüme çıkarmak, yaptığı gülcülüğü daha da büyütmek, genişletmek işinde kullandı.
TOPRAKLARIMIZA BİZDE GÜL DİKELİM. GÜLCÜLÜKTE İYİ PARA VAR!  
     Isparta halkı, İsmail Efendinin deneyinden, Isparta topraklarının gül yetiştirmeye çok elverişli olduğunu öğrenmiş oldu. Gülün iyi para getirdiğini de gözleri ile gördükten sonra "Tarlalarımıza bizde gül dikelim, gülcülükte iyi para var!" demeye başladı.    
    Gülcü İsmail Efendi, kıskançlık, çekememezlik etmedi. Gül dikecek olanlara yardımcı oldu. Karık nasıl açılır gösterdi. Fidan dikiminde başlarında bulundu... Bir kaç yıl içinde de her yere gül dikilmiş, Isparta Kenti de Gül Bahçelerinin içinde kalmış oldu. Isparta bundan sonra gül üretmesiyle tanındı, gülcü oluşuyla da anıldı.Gül Yetiştiriciliği: Yağ gülü (rose damascena) Anadolu’ya 1870’li yılların başında Bulgaristan’dan gelen göçmenler tarafından getirilmiştir. Isparta’da ise yağ gülü üretimi 1888 yılında, gülyağı üretimi de 1892 yılında “Müftüzade İsmail Efendi” isimli şahıs tarafından gerçekleştirilmiştir. Müftüzade İsmail Efendi tarafından imbik adı verilen basit ve ilkel kazanlarda üretilmeye başlanan gülyağı uzun yıllar yaygınlaşarak, bu metotla üretilmeye devam edilmiştir.  Köy tipi gülyağı üretimi; Atatürk’ün Isparta’ya gelişinde verdiği talimat uyarınca, “İktisat Vekaleti” tarafından modern gülyağı fabrikasının 1935 yılında kurulması sonucu yerini büyük ölçüde sanayi tipi gülyağı üretimine bırakmaya başlamıştır  
     Gülbirlik’in 1958 yılında kurduğu İslamköy Gülyağı Fabrikası, 1976 yılında kurduğu diğer gülyağı tesisleri ile Türk gülcülüğü ve gülyağı üretimi şekil değiştirmiştir. Günümüzde köy tipi gülyağı üretimi, yerini tamamen sanayi tipi gülyağı üretimine bırakmıştır. Isparta ili, Türkiye’de özellikle gül yağı ve gül ürünleri üzerine önemli bir merkez haline gelmiştir. Yörede bir çok yerli ve yabancı gül işleme fabrikaları bulunmaktadır. İlde Gülbirlik’e ve özel kuruluşlara ait, 5 adedi büyük olmak üzere toplam 15 adet gül yağı fabrikası bulunmaktadır.
ISPARTA GÜLÜ’NÜN ÖZELLİKLERİ          
    Yağ gülü (Rosa damascena Mill.), bitkiler aleminin Spermatophyta (tohunlu bitkiler) bölümünün Angiospermae (kapalı tohumlular) alt bölümünden Rosales takımı, Rosaceae familyası, Rosa cinsi içerisinde yer almaktadır. Dünyada yaklaşık 1350 Rosa (gül) türü tanımlanmıştır. Türkiye florasında 24 gül türü kayıtlı olmasına rağmen gül yağı elde etmek amacıyla kullanılan tür Rosa damascena Mill'dir.        
    Rosa damascena türünün bir çok çeşidi olmakla birlikte özellikle "Trigintipetale" çeşidi başta Bulgaristan ve Türkiye olmak üzere Fas, Mısır, İran, Suriye, Hindistan ve Kafkaslar'da gülyağı elde etmek amacıyla yetiştirilmektedir.             Rosa damascena; Isparta Gülü, Pembe Yağ Gülü, Yağ Gülü, Sakız Gülü ve Şam Gülü adlarıyla da bilinen pembe renkli, yarım katmerli ve kuvvetli kokulu, çok yıllık, dikenli ve kışa dayanımı yüksek bir bitkidir. Rosa damascena bitkileri, 1,5-3 m arasında boylanmaktadır. Gövde silindir biçimli, içi dolu, esmer renkli, çok dallı ve dallar çok sayıdaki irili ufaklı sert dikenlerle çevrilidir. Yapraklar yumuşak yapılı ve ince tüylerle kaplı, alternans dizlişli, saplı ve stipulalı (kulakçık), 5-7 foliolludur.        
    Folioller (yaprakçık) 3-4 cm uzunluğunda oval şekilli, basit dişli kenarlı ve alt yüzleri tüylüdür. Çiçekler hafifçe sarkık, az ya da çok koyu pembe renklidir. Tek renkli olan çiçeklerde içteki taç yapraklar dıştakilerden daha küçük yapılı olup, çiçeklenme çalı formundaki bir bitkide görülen biçimdedir. Kaliks (çanak yapraklar), korollodan (taç yapraklar) daha uzun, çok parçalı 5 sepalden (çanak yaprak) ibarettir. Korolla çok petalli, petaller (taç yaprak) oval şekilli, soluk pembe renkli, kaideleri beyaz lekelidir.
GÜLÜN FAYDALARI
    Gül yağı başta tabipler, sonra kadınlar için vazgeçemedikleri bir madde olarak bugüne dek gelmiştir. Tedavide gül, geleneksel tıp dünyasında ilaç olarak kullanılmıştır. Gülsuyu, Gül Macunu ve Gül yağı olarak işlenen gül, bu üç ayrı şekliyle baş ağrısı, ateşlenme, bayılma, mide ağrısı, göz kanlanması gibi rahatsızlıkları tedavi etmekte faydalı olduğu geleneksel tıp kitaplarında yazmaktadır.
Gülbirlik: Yağ gülü (Rose Damescana) ve gülyağı üretimi 100 yılı aşkın bir süredir Isparta yöresinde gerçekleştirilmektedir. Bu özelliğiyle de Isparta’ya “Güller Diyarı” denilmektedir. Isparta’nın gül ürününü devletin destek ve yardımlarıyla en iyi biçimde değerlendiren Gülbirlik, 1954 yılında 9 kurucu birim kooperatifinin oluşturduğu Kooperatifler Birliği olarak kurulmuştur. Gülbirlik’in halen 6 birim kooperatifi, 8000 üretici ortağı, 5 ayrı yerde kurulu 7 ünite gülyağı tesisi ile 1 ünite gül konkreti tesisi mevcuttur. Gülbirlik mevcut tesislerinde günlük 360 ton gül çiçeği işleyerek, Türk ve Dünya standartlarına uygun gülyağı ve gül konkreti üretimini gerçekleştiren, Türkiye’nin ve dünyanın  bu alanda en büyük üretici ve ihracatçı kuruluşudur. Gülbirlik, 45 yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir biçimde sağladığı döviz girdisi ile ülkemize, üreticinin ürününü değerlendirmesi ile de yöre halkına ekonomik ve sosyal refah getirmektedir. Halen dünya parfüm ve kozmetik sanayiinin önde gelen kuruluşlarının gülyağı ve gül konkreti ihtiyaçlarını karşılayan Gülbirlik, bu alanda konumunu muhafaza etmekte ve geliştirmektedir. Ayrıca Gülbirlik, 1998 yılı başında kozmetik üretimine de başlamıştır.

Gülyağı: Parfüm ve kozmetik sanayiinin en önemli ve pahalı hammaddelerinden olan gülyağı pembe yağ güllerinin buharlı distilasyon yöntemiyle kaynatılmasıyla üretilir. Dünya standartlarına uygun kalitede gülyağı, deniz seviyesinden 1050 m ve daha fazla yükseklikte yer alan, Isparta ve yöresinde yetiştirilen güllerden elde edilir. Her yıl Mayıs ve Haziran aylarında toplanan güller, hava şartlarının da katkısı sonucu üstün kalitede gülyağı üretiminin gerçekleştirilmesini sağlar.
Gül Konkreti: Fermantasyona uğramamış, rengini ve kendine has yapısını bozmamış son derece taze pembe güllerin extraction metodu ile işlenmesinden elde edilen krem kıvamında, koyu vişne çürüğü rengi görünümünde katı gülyağıdır. Parfüm ve kozmetik sanayiinin hammaddelerinden biri olan absolüt üretiminde kullanılır.
Gülsuyu: Gülyağı üretimi esnasında elde edilen yağlı suyun (mayanın) bire bir oranında damıtılmış, saf temiz ve sıcak su ile karıştırılması sonucunda elde edilen gül kokulu naturel sudur. Naturel olarak üretilen gülsuları defalarca filtreden geçirilerek, şişelere dolumu yapılır ve ambalajlanıp satışa sunulmaktadır. Gülsularının naturel olması, zararlı madde içermemesi nedeniyle bazı yiyecek maddeleri ve tatlılarda aroma olarak, cildi besleyici ve dokuları gerginleştirici özelliği nedeniyle vücut ve makyaj temizliğinde kullanılmaktadır.
Kozmetikler: Ülkedeki en iyi kaliteli ürünlere eş değer formülasyonlarla el ve cilt kremi, el ve vücut losyonu, değişik saç tiplerine yönelik şampuanlar üretilmektedir. Ürünler modern kalite kontrol laboratuarlarında kalite ve sağlık kontrollerinden geçirildikten sonra piyasaya sunulmaktadır. Fabrikalarda üretilen ürün yelpazesi yakın bir gelecekte daha da genişletilmesi amaçlanmaktadır.  
Kültürel Detaylar 

Ne Yenir? 
Isparta'da kaldığınız günler boyunca Isparta'nın nefis fırın kebabından mutlaka yemelisiniz.
Fırın kebabını en iyi yapan yerler Kebapçı Kadir, Ferah Kebap, Hacıbenli Kebap'dır.
Ayrıca muhteşem manzarası ile Gökçay'daki Kervansaray Lokantası iştahınızı daha da kabartacaktır.
Nefis Isparta yemeklerini için Gülsofrası, Büyük Isparta Oteli ve Basmacıoğlu Oteli de gidebileceğiniz yerler arasındadır.
           Eğer canınız balık yemek isterse, Eğirdir Gölünün doyumsuz manzarası karşısında, levrek, sazan veya alabalığınızı yiyebilirsiniz.
           Yeşilada'da bulunan restaurantların hepsini, güleryüzlü hizmeti ve muhteşem manzarası ile, tereddüt etmeden tercih edebilirsiniz.
            Eğirdir'e gittiğinizde en az dört kişi veya daha kalabalıksanız mutlaka sazan dolması yemelisiniz.      
            Isparta yemeğinin üstüne Yalvaç Güllacını, Isparta Kabak Tatlısını veya İlimiz helvasını yemeden ayrılmayın.
            Sütçüler Yazılı Kanyon'a giderseniz, kanyonun iştahınızı arttıran o temiz havasını aldıktan sonra,  Canlar veya Baysallar Alabalık Lokantasında fırında pişen nefis alabalığı yemeden dönmeyin.
Isparta Mutfağı 
Isparta'nın yemek ve yiyecekleri üzerine bugüne kadar yapılan araştırma ve derlemelerin sayısı fazla değildir. Bu konudaki en geniş çalışmaları, 1990 ve 1996 yıllarında İl Kültür Müdürlüğü Folklor Araştırmacısı Abdullah Kılıç tarafından yapılmıştır. Yapılan derleme çalışmalarıyla Isparta'nın çok zengin yemek ve yiyecek kültürüne sahip olduğunu tespit edilmiştir. Isparta tarım ve meyvecilik yönünden zengin bir yöre olduğu için, bu yemeklere de yansımıştır. Yörede bilinen mahalli yemekler şu şekilde sıralanabilir.
1.ÇORBALAR: Isparta'da 16 tür çorba saptanmıştır. Çorbalar pişirildikten sonra kızartılmış tere yağı, nane, kırmızı biber konur. Çorbaların türüne göre içine sarımsak, soğan, salça ve limonda konulur. Çorbalar içine katılan nanelere göre değişik adlar alırlar. Bu adlar, bulgur, etli, tarhana, işkembe, keklik, mercimek, miyane, oğmaç, paça, patates, sakala sarkan, sebze çorbaları, (Ispanak çorbası) tavuk, top tarhana, topalak, tutmaş, yayla, (toyga) çorbalarıdır.
2.ET YEMEKLERİ:Et yemekleri sebze, yoğurt, pirinç ve bulgurla beraber yapılmakla birlikte ağırlığı et olan diğer türden yemeklerdir. Yöreye has olan yemekler şunlardır: Banak, Çömlek Kebabı, Kabine, Keşkek, Tandır Kebabı, Tirit, Yoğurtlu Et. Yörede patates, nohut ve fasulye ile etten yapılan yemeklere "Yahni" denilmektedir. Yemekler ete konan malzemenin türüne göre adlar alırlar. Ayrıca kıyma ile köfte yapımı da yöre de yaygın olan et yemeklerindendir.
     
3.SEBZE YEMEKLERİ:Yörede yetişen bütün sebzelerin yemekleri etli ve etsiz olmak üzere iki şekilde pişirilir. Ispanak, kabak ve bakla gibi sebzelerin yoğurtlu yapılan yemeklerine "boranı" denilir. Etli pişen yemeklerin eti daha önceden pişirilir. Patates, kabak, (uzun kabak), şalgam, patlıcan, fasulye, ıspanak, lahana, karnı bahar, (yörede çiçek denilir) gibi başlıca sebzelerin yemekleri yapılır. Patlıcandan "Oturtma" ve "Yatırtma" denilen yemekler yapılır. Ayrıca biber, patlıcan, patates gibi sebzeler yağda kızartılarak yoğurtlu ve yoğurtsuz yenilmektedir. Yazın kurutulup kışın yenen bakla, bamya, kabak, fasulye, patlıcan, biber önce sıcak sebzelerin kavanozlarda konserveleri de yapılmaktadır. Bütün sebze yemeklerinde soğan, domates veya salça kullanılmaktadır.
4.BALIK YEMEKLERİ: Yörede su kaynaklarının ve gölün olmasından dolayı balık yemekleri de yapılır. Eğirdir gölünden dişli, sıraz, sazan (çapak) gibi balıklar avlanmaktadır. Balıklar genellikle yağda kızartılarak yenilir.Başlıca balık yemekleri: Balık Dolması, Balık Yahnisi
5.TAHIL YEMEKLERİ:
5.1.Pilavlar: Pilav her yerde pirinç ve bulgurla yapılır. Yörede yapılan pirinç pilavları tavuk veya hindili, sade, salçalı, nohutlu, bezelyeli, patlıcanlı, kıymalı ve kuşbaşılı olarak yapılmaktadır. İçine rendelenmiş soğan, domates ve şehriye konulmaktadır. Bunlardan patlıcanlı pilav için patlıcanın kabukları soyulur ve tuzlu suda bekletilerek acısı alınır. Kuşbaşı eti fındık büyüklüğünde doğranır. Patlıcanlar ve et zeytinyağda kavrularak üzerine ıslatılmış pirinç ve su katılarak pişirilir. Üzerine nane, dereotu, maydanoz gibi baharatlar ekilerek tatlandırılır ve süslenir. Bulgur pilavları da sade, salçalı, domatesli, kıymalı, ciğerli, mercimekli, nohutlu olarak pişirilir.
5.2.Dolmalar-Sarmalar: Yörede her yerde olduğu gibi, patlıcan, biber, domates ve kabak dolmaları ile asma yaprağı, ebegümeci ve lahanadan sarma yapılır. Dolma ve sarmalar zeytinyağlı ve kıymalı olarak iki türde yapılmaktadır.
5.3.Tatar: Un, yumurta, süt, tuz ve yağ ilaveleriyle hamur yoğrulur ve yufka şeklinde açılır. Küçük kareler halinde kesilir ve kurutulur. Pişirileceği zaman suda haşlanır ve sarımsaklı yoğurdun içine konulur. Üzerine salçalı kızarmış tereyağı ve kıyma dökülür.
5.4.Dirgit: Daha çok diş hediği olarak çocukların ilk dişinin çıktığı zamanda yapılan bir yiyecek türüdür. Buğday, nohut ve fasulye haşlanır; üzerine tuz veya şeker katılarak yenilebildiği gibi kuru yemişle birlikte de yenilir.
 6.YABANİ OTLARLA YAPILAN YEMEKLER: Yörede bici bici (madımak), semiz, ebegümeci, tavuk kursağı, ümmü, sirken, ısırgan, kuzu kulağı, toklu başı, pancarlık, labada gibi yöresel adlarla bilinen otlar kırlardan toplanır, temizlenerek ince ince kıyılır. Yağ, soğan ve kıyma ile kavrularak pişirilirler. Bazı tür otların, ıspanak, semiz otu gibi, yemeği salça, soğan ve pirinç ile pişirilerek yoğurtlu ve yoğurtsuz yenilmektedir.
7.KATKILI HAMURLU YİYECEKLER: Yurdun her yerinde tavada yapılan puf ve sigara böreği ile fırında pişirilen su böreği Isparta'da da yapılır. Bunların dışında kıymalı, peynirli, ıspanaklı, patatesli, kabaklı, böreklerin içine maydanoz konularak yapılmaktadır. Değişik katkılar konularak sacda pişirilen börekler değişik isimlerle anılırlar. Belli başlı yapılan böreklerin adları şöyledir:  Dıran Ekmeği, Kuyruğu Sulu, Kulak Böreği, Çörek, Katmer (Goşma), Pişi, Nokul
8.TATLILAR:Yörede yapılan tatlılar: Hamurdan, sudan, sütten, pekmezden, irmikten haşhaştan ve kabaktan olmak üzere değişik türlerden yapıla gelmektedir. Saydığımız bu malzemelerle yapılan tatlıları kısaca şöyle açıklayabiliriz.
8.1.Hamur tatlıları: Yurdun her yerinde yapılan baklava, kadayıf, sarı burma, un helvası yörede de çok yaygın olarak yapılmaktadır. Baklavalar peynirli, cevizli, fıstıklı, fındıklı ve sade yapılmaktadır. Baklavanın arasına konan peynir tuzlanmış taze peynirdir. Diğer hamur tatlılar ise şunlardır: Samsa, Şekerleme, Tosmankara, Mafiş, Lokma.
    
8.2.Su Ve Süt Tatlıları: Yörede sütlaç, güllaç ve muhallebinin yanı sıra şu tatlılar yapılır: Pelte, Su Peltesi, Zerde, Höşmerim.
8.3.Diğer Tatlılar: Yurdun her yerinde olduğu gibi yörede de kabak tatlısı, aşure, tahin helvası yapılan tatlılardır. Bunlarla birlikte şu tatlılar da yapılır: İrmik Helvası, Haşhaş Helvası, Saksağan veya Karga Beyni, Derdimi Alan.
9.EKMEKLER: Yörede fırın ekmeği satın alınmakla birlikte Yufka, dıraz (dığan) ekmeği, tapalama ve bazlama ekmekleri evlerde yapılarak türetilmektedir. Ekmek yapımında hamur teknesi, senit (sofra, tahta tabla da denir), oklava (merdane), esiran (kesici alet), çevirgeç (pişirgeç, köseleç),  sac ve sacayağı ile kuzine soba kullanılır. Yakacak olarak çalı, çırpı ve saman kullanılır.
10-SALATALAR, ÇAÇIKLAR, GARNİTÜRLER: Yörede yurdun her yerinde olduğu gibi salatalıktan ve dereotundan cacık;  salatalık ve maruldan salata yaptıktan başka kimi bitki ve sebzelerden de bu konuda yararlanılmıştır. Domates, biber, soğan, marul, maydanoz, nane, limon, turp ve havuçtan birlikte salata yapıldığı gibi bunlardan birkaçı bir araya getirilerek de salata yapılmaktadır. Bol soğanlı ve haşlanmış kuru fasulyeden yapılan salataların üzerine limon sıkılıp sumak serpilir. Ayrıca kuzukulağı, afyon bitkisinin filizleri ve tere yıkanarak sade yenilir.
11.KIŞLIK HAZIRLANAN YİYECEKLER:Yörede kışlık olarak turşu, reçel, salça, kurutulmuş sebzeler ve meyveler, pekmez, bulama, pestil çorbalık tarhana, makarna, erişte, bulgur gibi yiyecekler hazırlanır. Turşu olarak lahana, patlıcan biber, domates, havuç, şalgam, muşmula, üzüm, karnı bahar, salatalık gibi sebzelerden yararlanılır. Patlıcan, dolmalık, biber ve domatesin içi doldurularak da turşusu yapılır. Armut, erik, kayısı vişne, çilek, şeftali, portakal, incir, ayva gibi meyvelerden ve gül çiçeğinden reçeller yapılabildiği gibi kurutulup saklanabilen türlerden hoşaf da yapılır. Domates ve kırmızıbiberden salça yapılır. Sütten peynir ve yoğurt yapılarak pazarlarda satıldığı da görülmektedir. Üzüm ve duttan pekmez, bulama ve pestil yapılır. Bu meyvelerin ocaklarda suya kaynatılırken içine erik, kayısı, ayva gibi diğer meyveler katılarak pestili yapılır. Bununla birlikte bazı bölgelerde üzüm suyundan şarap üretenler de bulunur.
Geleneksel El Sanatları 
Geleneksel Türk el sanatlarının tarihi çok eski devirlere, Ortaasya' ya kadar uzanır. Yapılan el sanatları ürünlerinde yaşam biçimi olan göçebe hayatin özellikleri, tarihî kalıntılardan da anlaşılmaktadır. İşlemeler ve motifler o dönemde çadır, hali, kilim, eyer takımları, elbiseler vb. uygulanmıştır. 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya gelen Türkler bu zengin sanat ve uygarlık kültürlerini de beraberinde getirmişlerdir. Isparta bölgesine yerleşen Türk boyları burada karşılaştıkları örnekleri ve yöntemleri kendi anlayışlarıyla bağdaştırmışlardır. Ortaasya' nın göçebe kültür işlemeciliğini ve sanatlarını burada geliştirerek sürdürmüşlerdir.
Önceleri Isparta'da dikiciler, mesciler, pabuçcular, yemeniciler, çizmeciler, çarıkcılar, semerciler, mumcular, yağcılar, sabuncular, urgancılar, kendirciler, cezveciler, bakırcılar, kavafcılar, demirciler, çilingirciler, oymacılar, marangozlar, bıçakcılar, hasırcılar, nalbantlar, saraçlar, keçeciler vb. gibi sanat kollarının olduğu bilinmektedir. Ancak bu sanatların çoğu kaybolmuş, günümüzde azalarak devam eden dericilik, ayakkabıcılık, marangozluk, demircilik, bıçakçılık, bakırcılik, kalaycılık, sobacılık son temsilcilerinin elinde yürütülmektedir. Bu sanat kollarını devam ettirecek çırakların olmayışı da kaybolmayı hızlandıran ayrı bir faktördür. Bu sanatların her birinin önceleri arastaları, sokakları, pazarları varken günümüzde yalnızca ayakkabıcıların ve tuhafiyecilerin siteleri bulunmaktadır. Bugün devam etmekte olan marangozluğa rağmen eski ahşap süsleme sanatları, oyma ve nakışçılık da kaybolan diğer sanat kollarıdır. El sanatlarından yün ve kıldan imal edilen çuval, heybe, aba, çadır, kilim ve çulha gibi dokumalar zamanın gelişen ihtiyaçlarına ayak uyduramayarak ortadan çekilmeye başlamışlardır.
Günümüzde, azalarak devam eden geleneksel el sanatlarından halıcılık, kilimcilik, oya ve nakış işlemeleri yörede yaygındır. Kullanmak için yapılmasının yanı sıra çeyize koymak ve gelir elde etmek için yapılan bu el dokumaları daha çok tarla ve bahçe işlerinin azaldığı kış döneminde yapılırlar. Dericilik, keçecilik, saraçlık, semercilik ve nalbantlık gibi el sanatlarının günümüzde artık sadece Yalvaç ilçesinde, bıçakçılığın ise yalnızca İl merkezi ile Uluborlu ilçesinde yapıldığı görülmektedir.
HALICILIK:
Isparta halıcılığı eski bir tarihe sahiptir. 12. yüzyıldan itibaren çok önemli Türkmen nüfusunu barındıran Isparta ve çevresinde, meşhur Türkmen halılarını dokuyarak, komşu ülkelere ihraç edebilen eski bir ticari dokuma geleneği bulunmaktadır.
       19. yüzyıl sonuna kadar Isparta ve çevresinde yaşayan Türkmenler ve Hamitoğulları, Melli, Sarıkaralı, Sarıkeçili, Karakoyunlu gibi aşiretlerle sürdürülen mahalli ve geleneksel Isparta halıcılığı yüzyılın sonundan itibaren, İzmir’den başlayarak Manisa, Kula, Uşak ve Isparta’da en ücra köylere kadar nüfus eden Şark Halı kumpanyası siparişleri ile Avrupa’dan gelen modeller ve bunlara uygun renklerle geleneksel dokuma tarzında büyük bir kültür değişimine uğramıştır.
Isparta halı dokumacılığı, ilk defa 1891 yılında Babanzade Mustafa Zihni Paşa zamanında teşkilatlanarak köylere kadar yayıldığı görülmektedir. Ancak bu çalışma uzun ömürlü olmamıştır. Daha sonra Etirelizade Mehmet Efendi, doktor Bodasaki ve tarihçi Böcüzade Süleyman Sami, Cumhuriyet öncesi Isparta halıcılığını geliştiren ve bölgeye yerleştiren kişilerdir. Bu kişiler, Isparta’da sürgün bulunan Hacik Usta ile İzmir’de bulunan Isparta’lı Agapoğlu ve mahdumlarıyla ilişki kurarak, Isparta’da Şark Halı kumpanyasını kurmuştur. 1890’lı yıllardan 1930’lara kadar bölgede Şark Halı Kumpanyasının organizasyonu ile üreticilere yün ipi, boya ve desen verilerek, en ücra köylere kadar halıcılık götürülmüştür. Bu dönemde üretilen halıların desenleri ticari albeniye göre Uşak, Hereke, İran halılarından uyarlanmıştır. Üretilen halı desenlerine dokuyan kimseler halının desen kompozisyonlarına göre bir takım isimler vermişlerdir. Bunlar: Kandahar, Üzümlü, Saatli, Hançerli, Bademli, Şimşekli, Ağaçlı, Beşir, Elvan, Goblen, Goncalı, Çelenkli gibi isimlerdir.

         Halıcılığın yaygınlaşmasıyla köylerde, evlerde, ıstar denilen halı tezgahları yapılarak kurulmuştur. Istar iki yassı tahtanın bir üst, bir alt tarafına takılan "top" denilen yuvarlak ağaçlarla yapılır. Genel olarak halı tezgahları iki cinse ayrılır:
(1) Sarma Sabit Tezgahlar:
 Leventlerin eksen uçları girecek şekilde iki uçları delik olan iki yan tahtası ve alt top, üst top tabir edilen iki adet leventin montaj edilmiş diğer cihazlarının takılmiş halıne "takım tezgahi" denir. Çözgü toplar üzerine sarıldığı için ve halı dokunacak yere payandalarla çakılıp tespit edildiğinden dolayı "Sarma Sabit Tezgah" adı verilir.
(2) Portatif Seyyar, Düz Tezgahlar :
 Bir yere çakılmayıp üzerinde çözgü ile istenildiği yere gezdirilebildiğinden adına "seyyar tezgah" denilmiştir. Sanayide çeşitli tiplerde profil ve saç demirlerden de yapılmaktadır. Halı ipinin geleneksel metotlarla elde edildiği Şarkikaraağaç, Yenişarbademli, Aksu, Eğirdir ve Sütçüler'de yaşayan Yörük ve Türkmenler ilkbahar Mayıs ayında ve sonbahar Eylül ayında koyun yünlerini kırkıp yıkarlar. Yünler kurutulduktan sonra "yay" denilen aletle didiklenerek atılır. Ondan sonra kirmende eğrilir. Eğirme işini erkekler de yapar. Kirmende eğrilen ip "gelep" denilen yumak haline getirilir. Daha sonra suni ve kök boyalarla boyanır.
Başka bir ip elde etme şekli de Kırkılan yün ya da pamuk "çark" denilen alette önce eğrilir. Bunun için pamuk ince çöplerle tüp biçimine getirilir ya da yün ise kollara takılan burma biçimine getirilir. 15-20 cm. eninde yarim metre kadar genişlikte 6-7 tane ince tahtanın ortaları delinir. Sonra bir düzen içinde başka bir ağaca takılırlar. Ayrıştırılarak bir davul biçimine getirilip iplerle gerdirilir. Çevrilecek biçimde kolu da takıldıktan sonra iği de takılır, sonra ip eğirme işine geçilir. Buna "çark" denilir. Çarkta eğrilen ip iğ üzerinde yumak şeklinde olduğundan "ilgidir" denilen 50 cm. kadar iki ucu oyuk bir ağaç üzerine aktarılır. Açıldığında bir daire oluşturacak olan ipler artık çile olmuştur. Çileler haşıllanır. "Haşıl" undan karılan bir maddedir. Çileler haşıl içine yatırılır. Böylece ipler, özleşmiş olur, sağlamlaşır, sonra kurumaya bırakılır. Ardından da "keceve" denilen basit aygıt ile "kargı"lardan hazırlanan toplulara takılır. Kirmende dokuma ipinin yanı sıra çuvalların, heybelerin, çadırların, çorapların, eşek ve develerin yularları ile kolonları bu aletle eğrilir. Eskiden dokuma ve diğer iplerin boyaması kök boyaları ile yapılırken, günümüzde suni boyamacılık yaygınlaşmıştır. Bunların hiçbirisini yapmayanlar iplik satış mağazalarından istedikleri hali ipini alırlar.
Çözgü dokunacak halının boyuna göre tespit edilir. Halı tezgahının alt ve üst tahtaları arasında hali boyunca birbirine paralel olarak çaprazlama gerilmiş ipliklere "çözgü" denilir. Çözgü hali boyundan 120 cm. uzun tutulur. Yerdeki kalas ya da beton zemindeki deliklere dikine doksan derece boru demirleri geçirilir. Çözgü ipinin bir ucu demirin alt ucuna bağlanır. Yeterli mesafedeki diğer boru demire doğru iplik götürülür. Dönüşte çapraz olacak şekilde geri getirilir. İlk demire dolanıp tekrar geri götürülür. Böylece yeterli tel sağlanınca çözgü bitmiştir. Her iki ucuna çiti zincir örgüsü yapılır. Çaprazın bozulmaması için iplik geçirilerek bağlanır ve boru demirlerinden çıkarılıp bükülür, çözgü tamamlanmıştır. Tellerin aynı gerginlikte olmasına dikkat edilir.
Hali dokunurken çözgü ipliklerinin her çift teline belirli biçimde bağlanan ve yan yana gelerek sıralar oluşturan yün ipliğe "ilme" denilir. İki tip düğüm tarzı vardır. Tek bağlama; İran veya Sine düğümü, Çift bağlama; Türk veya Gördes düğümü. İlme sıraları arasına ve halının enine paralel olarak geçirilen çözgü ile beraber halının zemin dokumasını oluşturan yün veya pamuk ipliğe "atkı" denilir. Düğüm uçlarının belli uzunluklarda kesilmesi "hav" olarak adlandırılırken halının iki veya dört kenarını çevreleyen desenli veya düz kısıma "bordür" denilmektedir. Bordürle çevrelenen orta kısma ise "orta" veya "zemin" denilir. Halının eni yönünde başlangıç ve bitim uçlarında ve saçakların dibinde çözgü ve atkı ipliklerinden oluşan zincir şeklinde olan dokuya "çiti" denir. Başlangıç ve bitim kısımlarında yapılan düz dokumaya "hali kilimi" denir. Hali bittikten sonra ilmeli kısmı korumak üzere halının iki başında 5-8 cm. genişliğinde desenli veya düz olarak dokunan kilim örgüsüne "toprakçalık" adı verilir.
İmalâttan dokunup gelen halıya "ham hali" denir. Ham halılar yıkanmak üzere yıkamahaneye getirilir. Uygun bir beton zemine sırtı yukarı gelecek şekilde serilir. Alevli pürüz lambası ve alev ütüsü yardımı ile pürüzler yakılır. Bir "gelberi" ile yanıklar kazınır. Hortumlar ile üzerine su tutulur. Alt ve üstüne uygun temizlik maddesi deterjan verilir. Gelberi ile geri götürülür, sonra kazınır ve yeniden bol su verilir. Üzerindeki temizlik maddesi arındırılıncaya kadar su tutulur. Bundan sonra kuruması için dışarı serilir. İlmeği yün olan halılar kırpımhaneye sevk edilir. Heleronik bıçaklı büyük kirpim makinelerinden geçer. Hav tepesi kadife intizamında kesilir ve mamül hali olmuştur. Yıkanan hali şayet ipek hali ise sırt yani pürüz lambası ile hafif ütülenir. İlaç yıkama işi bittikten sonra hali önden ve arkadan buharlı ütülerle ütülenir. Hav bir tarafa yattığından ön taraftan bakılınca renkler koyu geri taraftan bakılınca renkler açık görülür. Halk dilinde bu halıya "yanardöner" denilir.
Isparta halılarına boyutlarına göre geleneksel adlar verilir. (40x130) Paspas, (75x130) Seccade, (100x200) Divan, (120x210) Seccade, (80x300) Yolluk, (150x260) Kelle, (200x300) Taban, (250x350) Büyük Taban olarak adlandırılır. Parantez içindeki boyutların birimi cm. olup, birinci rakam eni, ikinci rakam boyu vermektedir.
Isparta halılarında Gülistan, Serpme, Kompozisyon, Osmanlı, Goblen, Çin, Üzümlü, Dönümlü, Köşe göbek gibi desenler kullanılmaktadır.
Isparta’da el halılarını dokuyan üretici kişiler, özellikle il merkezinde bulunan Halı Sarayına Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri gelerek, ürettikleri halıları pazarlama imkanı bulabilmektedirler.

Yörede, küçük tezgahlarda dokunan minyatür el halıları da bulunmaktadır. Yarısı bitirilmiş şekilde dokunan bu halılar, halı tezgahı olan küçük ıstarlara yerleştirilerek, hediye mahiyetinde bazı halı satış mağazalarında satılmaktadır.
KİLİM (DÜZ) DOKUMACILIK:
Kilimciliğin Isparta'da en yaygın olduğu yerler yörük köyleridir. Bununla birlikte Türkmen köylerinde de kilim dokumalarına rastlanır. Kilim dokunan bu yörelerde heybe, çanta ve çuvallar da dokunduğu görülür. Ancak modern kullanım örtülerin yaygınlaşması ve kilim dokuyacak gençlerin bu işe rağbet ve emek çekmemesi gibi sebeplerden kilim dokuması giderek azalmaktadır. Kilim dokunan yörelerde, dokumayı daha çok otuz yaşın üzerindeki kadınlar yapmaktadır.
Dokunacak kilimin ipi yün ise aynı yukarıda hali ipinin elde edilmesindeki işlemler yapılır. Kıldan dokunan kilimlerin ipi ilkbaharda Kırkılan keçilerin kilinin "tarak" denilen 25x60 cm. civarında bir tahtanın ucuna geçirilen, ucu sivri ince saç demirlerinde taraklanır, ayrışması yapılır. Yıkandıktan sonra yapılan bu işlemin arkasından keçi kili kirmende eğrilip bükülmesi için kolda "burma" haline getirilir. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak ya da çeyiz olarak değişik boyutta ve değişik kullanım amaçlı düz dokumalar üretilir.
Dokumalar dik, duvara dayalı şekilde kurulmuş, ıstar denilen tezgahlarda dokunur. Çözgünün hazırlanmasından sonra dardağan veya gürgen ağacından yapılan ahşap Kirkitlerin yanı sıra sapı ahşap dişleri metal olan Isparta tipi Kirkitler ile dokuma yapılır. Uygulanmak istenen motiflerin kaç çözgü teline yerleştirileceği yılların tecrübesi ile bilinmektedir. Dört çözgü teline "bir el", on tanesine "bir çile" denmektedir. Namazlık boyutundaki bir dokuma için 4-5 çile yün ip harcanmaktadır. Çözgü dokumaların boyutuna göre toprağa karşılıklı olarak çakılan kamalar arasında düz olarak hazırlanır. Bir kişi çözgü ipini kamalara teker teker yerleştirirken diğer iki kişi de çözgü iplerinin dağılmaması için ayrı bir iplik yumağı ile zincir şeklinde çözgüleri birbirine birleştirerek örgü oluşturmaktadır. Hazırlanan çözgü ince çubuklar yardımı ile tezgaha takılır ve dokumaya geçiş hazırlıklarına başlanır. Dokumaların başlangıcında çiti yapılmamakta, kilim örgüsü 4-5 cm. boyutunda ve "çubuklu" olarak adlandırılan 0,5 cm.' lik renkli şeritlerden oluşur. Dokumanın bitiminde uzun kesilen çözgüler önce ikişer ikişer düğümlenerek çiti oluşturulur, sonra "top örüm" diye adlandırılan örgü şekliyle saçaklar örülür. Kilim örgüsü kısmında ipliklerden 6-7  çözgü teline düğüm atılır ve bu "toka" diye adlandırılır. Tokalara dokumaların kenar örgülerinde uzun bırakılmış düğümler olarak da rastlanır.
Yörede dokunan kilimler ilikli kilim, iliksiz çapraz kilim, eğri atkılı kilim ve sarma kontur teknikli kilimlerdir. Kilim dokumalarının enleri 100 cm., boyları 180 cm. civarında değişir. Atkı yüzlü zemin üzerine sık motifli, bez ayağı zemin üzerine seyrek motifli cicim uygulamalarına da rastlanır. "Soyfana" olarak adlandırılan bu dokumalar eni 90 cm. boyu 250 cm. tek kanat olarak üretilen, sonradan ortadan çadır dikişiyle dikilip çift kanat haline getirilen yer yaygılarıdır. Yastık (50x70 cm.), heybe (40x40 cm.), torba (35x35 cm.) gibi uygulamalarda cicim tekniğinin tercih edildiği tespit edilmiştir. "Farda" ismini verdikleri yine çift kanat olarak üretilmiş konturlu zili tekniği ile dokunmuş yer yaygılarına az da olsa rastlanır.
Yörede önceden kök boya ile boyama yapılırken günümüzde suni boyama tercih edilmektedir. Geçmişte karamık çalısından sarı, sarı ipin çivit ile boyanmasından yeşil; çivitten mavi; soğan kabuğu ile kök bitkisinden kırmızı ve ikinci sularından açık renk tonları; ceviz kabuğundan kahverengi, elde edilirmiş. Ancak günümüzde pazardan alınan iplerle dokuma yaygınlaşmaktadır.
Yörük köylerinde dokumalar cenazelerde tabutların üzerine de sarılır ve bu dokuma daha sonra köyün camisine bırakılır. Düğünlerde, kız evinden gelin alınması sırasında atin üzerine, arabaların ön taraflarına torba, heybe, yastık boyutunda dokumalar asılmakta ve bunlar gelin alan kişiye; at ya da araba sahibine, hediye edilir.
Yörede kilim motiflerine "yanış" denilmektedir. Kirtmeli Kilim, Toplu Namazlık, Kırmızı Namazlık, Taraklı, Kırmızı Taraklı, Koç Boynuzu, Alaylı dokumaların desenlerine göre aldıkları isimlerdir. Ayak (Çarpan Ayak), Keklik Ayağı, Sevdim Dolaştım, Çatak, Armut(Mihrap), Karga Burun, Kara Boğaz, Aklısu, Çolaksu, Ayna, Kuş(Oğlancık), Kurbağa, Top, Koç Boynuzu, Taraklı, Tavşan Topuğu, Eli Belinde, Balıklı Bıtırak, Karnı Yarık, Patlıcanlı, Çingilli, Cıynak, Halı Kapağı gibi yanışlar yöresel isimlendirme ile dokunan motiflerdir.
Köylerde dokuması yapılan diğer bir örgü de "çarpana"dır. Kare biçiminde bir kaç tahtacıktan ya da kalın meşinden yapılan çarpananın köşelerine birer delik delinir. Çözgü ipleri bu deliklerden geçilir. Dokunacak yassı ipin enine göre kare parça çoğaltılır. Bu karelerden biri aşağı, biri yukarı çekilerek ağacın geçeceği durum ortaya çıkarılır. "Kılıç" denilen tarakla argaç sıkıştırılarak istenilen yassı ip dokunmuş olur. Kare parçalar birbirine çarpıla çarpıla çalıştığı için buna "çarpana" adı verilmiştir. Çarpana da dokunan ipler öncelikle devenin havudunu, eşeğin palandını, atin eğerini hayvana bağlama da kullanılır. Bundan başka kadınların bellerine kuşandıkları, kemerler, kolonlar da çarpana da dokunur. Buna "olukma" denilir. Yassı, oluk gibi olduğu için bu adı almıştır.


EL İŞLEMELERİ (OYA VE NAKIŞ):
Yörede, kadınların geleneksel olarak yaptıkları el işlemeleri arasında oya işlemeleri yaygın bir durumdadır. Yöreye has olarak en çok çiçek motifleri işlenmektedir. Oyalar yapıldığı araçların isimlerine göre "iğne oyası", "tığ oyası", "firkete oyası", "mekik oyası" olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca kullanılan malzemeye göre de "boncuk oyası", "mum oyası", "iplik oyası" gibi adlar verilir.
Isparta'da en yaygın olarak yapılan oya çeşidi tığ oyasıdır. Uluborlu İlçesi bu oyaların yapıldığı sanki bir merkez bölgedir. Tığ ve merserize iplikle yapılan oyaların her rengine rastlamak mümkündür. Özellikle kenarına dikilecek yazmalarla renk uyumu içerisinde olması düşünülerek yapılan oyaların motifleri erik, gül, gelinlik, patates çiçeği, karanfil, iğde çiçeği, çilek, yasemin, hercai menekşe, papatya, nar çiçeği, fındık çiçeği, maydanoz yaprağı, leylak,  dut yaprağı, kardelen, kir menekşe, çarkı feleği, dalgan çiçeği, biberli, çoğunluğu oluşturmaktadır. Bununla birlikte serçe gözü, kaz ayağı, tavşan dudağı, kelebek, paket taşı, gökkuşağı, inci demeti, berber aynası, tintin ve kaşgöz motifleri de işlenir.
Görüldüğü gibi motiflerin çoğunluğunu çiçek, meyve, ağaç gibi bitkisel motifler oluşturmakla beraber hayvanların çeşitli özelliklerini belirten motiflere de rastlanır.
Genç kızların oyalı yazma hazırlamasının yanı sıra gelenek olarak oğlan evi tarafından da hazırlanmakta ve düğüne davet edilenlere hediye olarak verildiği de görülmektedir. Çeyiz için hazırlanan oyların satışa yönelik yapıldığı da olur.
Tığ oyalarının yanı sıra mekik oyaları, mekik ve naylon ip kullanılarak yapılır. Yörede mekik oyalarına yelpaze, top mekik, elti eltiye küstü, kuzulu koyun, mezar taşı gibi yöresel isimler verilir. Yörede az oranda iğne oyası da yapılmaktadır. Boncuk oyaları diğer oyalar gibi yazma kenarları için değil tülbent kenarı için hazırlanmaktadır. Subay sırması, karnıkara, kaz ayağı, domates, kiraz, buzlu cam, kara dut gibi isimlendirilen çeşitleri vardır.
Yörede; özellikle Şarkikaraağaç ve Yalvaç İlçeleri'nde, geleneksel Türk işlemeleri yapıldığı görülmektedir. Ancak bunu yapanların hemen hemen çok azaldığı da tespit edilmiştir. Genç kızların bu işlemeleri bilmediği elde olanların da anadan kıza sandık eşyası aktarımı ile yaşatıldığı görülür. Eskiden çeyiz geleneğinin bu işlemelere önemli ölçüde katkısı olduğu bilinmektedir. Düğünlerde işlemeli ev eşyalarının sergilenmesi ve sergilenen eşyalardaki işlemelerin gelin kız tarafından yapılmış olması büyük önem taşımıştır. Genç kızların bu geleneğe kendi el emeği, göz nuru ile katılması, boş zamanlarını değerlendirmesi ve gelecekteki yuvasına hazırlanması geleneksel davranış görünümündeydi.
Özellikle Şarkikaraağaç yöresinde geleneksel işleme iğnelerinden "pesent" yöresel adıyla "dilim iğne", balık sırtı, sim bastı, civan kaşı, muşabak, düz, verev, yöresel adıyla "eğri" ve "doğru hesap iğneleri", "kesme ajur", "susma", "tel kırma" uygulanmıştır. Bu iğneler; giyimlere ve çeşitli örtülere özellikle, peşkir, çevre ve kuşaklara uygulanmıştır. Motifler kenarlara "baş" adı verilen şekilde tek tek yerleştirilmiş ya da güvey çevresi olarak dörtkenar tamamen işlenmiştir.
İşlemelerde geleneksel Türk nakışlarının tipik özellikleri görülmektedir. Desenlerde stilize, yani sadeleştirme uygulanmış, renklerde gölgeye yer verilmemiştir. Tek motif uygulamasında, her motif ayrı bir renkle işlenmiştir. "Sim bastı" adı ile yer yer verevine sarılmış sim kareler uygulanmıştır. Şekiller, leblebi, pelit yaprağı, cennet süpürgesi, sümbül, kazan kulpu, kahve şakı, fıstıklı yarim ay, takke, çölmekli, arpa, ağ(tirtil), sarhoş yolu şaşırdı şeklinde adlandırılmıştır. Ayrıca İslâmiyette kutsal sayılan örümceğe de motifler arasında yer verildiği görülmektedir.
Keçecilik: Isparta ilinde keçeciliğin yapıldığı tek yer Yalvaç ilçesidir. Yalvaç’ta sayıları giderek azalan 8 tane keçe imalatçısı bulunmaktadır. Keçeden kepenek, yolluk, duvara asmak için minyatür keçeler, yelek gibi eşyalar yapılarak kullanılır. Hasırdan oluşan kalıbın (1.8x10 m) üzerine boyanmış şerit keçe şeklindeki parçalar ile “naaş/nakış” denilen motifler döşenir. Bu motiflerin üzerine şifon makinesinde atılmış kuzu yünleri “çırpı” denilen aletle serilir. Hasır kalıba döşenen yünlerin üzerine tas ve süpürge yardımıyla su serpildikten sonra hasır kalıp rulo şeklinde toplanır, iple sıkı sıkıya bağlanır ve tepme makinesine konulur. Tepme makinesi bunu 1 saat teper. Ham keçe haline gelen yünün kenarları pürçüklü olur. Bu pürçüklü kenarları düzeltmek için “Kapaklama” denilen bir işlem yapılır. Bunun için hasır kalıp açılır. Pürçüklü kenarlar tersine kıvrılarak, hasır kalıp tekrar rulo şeklinde toplanır ve iple bağlanır. Bu vaziyette hasır kalıp tekrar tepme makinasına konularak, 2 saat tepilir. Tepme makinasından çıkarılan hasır kalıp bu sefer pişirme makinasına konularak, en az 2-4 saat kaynamış su ile pişirilir. Pişirme işlemi bittikten sonra keçe kalıptan çıkarılarak kuruması için asılır.

Keçelerde kullanılan motifler koyungözü, kıvırma, tavan arası, üçleme, dörtleme, sığır sidiği, ayı kulağı gibi motiflerdir. Keçelerde kullanılan renkler genellikle siyah, mavi ve kırmızı renkleridir.
SEMERCİLİK-SARAÇLIK VE NALBANTLIK:
Günümüzde, kitle ulaşım araç-gereçlerinin yaygınlaşması, tarım araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması gibi nedenler ile semer, saraç ve nal yapımı yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır. Yörede, özellikle Yalvaç ilçesinde sayıları giderek azalan 5 tane semer, 4 tane saraç ve 2 adet nal imalatçısı bulunmaktadır.
MİNYATÜR AT ARABACILIĞI:
 Yalvaç ilçesinde minyatür at arabası yapan bir imalatçı bulunmaktadır. Modern hayat içinde kullanımı giderek kalkan at arabalarının minyatür hale getirilerek otel, lokanta, bahçe vb. gibi sivil mimari yapılarda dekoratif bir araç haline geldiği görülmektedir.
Yörede, geleneksel metotlarla halen yapılmaya devam eden yorgancılık, ayakkabı imalatçılığı, dericilik, bıçakçılık, kalaycılık, bakırcılık, çömlekçilik, sobacılık, demircilik gibi el sanatları-zanaatları da bulunmaktadır. Özellikle il merkezi ile Yalvaç ilçesinde deri işlemeciliği sanayileşmeye doğru giden zanaatlar arasındadır. Deriden çanta, kemer, anahtarlık, cüzdan, toka, sigaralık gibi malzemeler işlenerek yapılmaktadır. Bunun yanı sıra il merkezinde bulunan Ayakkabıcılar Sitesinde halen el ile ayakkabı imalatı yapılmaktadır.
Adet, Gelenek ve Görenekler 
         1. DOĞUMLA İLGİLİ GELENEKLER
Yörede, kadının ilk doğumuna önem verildiğinden daha çok ilk bebek için hazırlıklar yapılmakta, diğer doğumlarda özel bir hazırlığı ihtiyaç duyulmamaktadır. Çocuk doğunca hısım akraba o eve çocuk görmeye giderler. Çocuk görmeye gitmeye "Doğuya Gitme" denilir. Hazırladıkları hediyeleri, öğle yemeğinden sonra alıp çocuk evine gidilir. Hediyeler uygun şekilde verilir.
            Çocuk bir - birbuçuk yaşına geldiği ve diş çıkarmaya başladığı zaman "Diş Dirgiti"SÜNNET TÖRENİ
Hali vakti yerinde olanlar, erkek çocukları için sünnet düğünü yaparlar. Sünnet genellikle iki ile oniki yaş arasında yapılır. Düğün öncesinde köylerde oku dağıtılırken, ilçe merkezlerinde düğün kartları hazırlanarak davet yapılır. Sünnet hazırlıkları bittikten sonra düğün hazırlıklarına başlanılır. Düğün genellikle iki gün olarak yapılır. İlk gün sünnet olacak çocuk ya da çocuklar çalgı ile gezdirildikten sonra dini bir törenle sünnet ettirilir. Akşam sünnet olan çocuğun acısını unutturacak çeşitli eğlenceler düzenlenir. İkinci gün genellikle 8.30 - 13.00 arası gelen misafirlere yemek verilir. Daha sonra yemeğin verildiği gün yemeğin bitiminden sonra çocuklar gezdirilerek sünnet edilir.
3. ASKERE UĞURLAMA VE ASKER KARŞILAMA
Askere gitmeden iki hafta kadar önce gidecek olanların ve arkadaşlarının düzenlediği eğlenceler başlar. Akrabalar ve komşular tarafından askere gidecek kişi eve davet edilerek ağırlanır. Askere gidileceği akşam namazından öncesi askerler önde, imam ve hak arkasında olmak üzere imam tarafından dua edilir. Dua ettikten sonra askerler herkesle vedalaşırlar, helalleşirler. Askerlerin gidecekleri günün sabahı askerler ve yakınları köylerde köy meydanında, ilçe ve şehirde otobüs terminallerinde toplanırlar. Askere giden kişilere akrabalar ve komşular tarafından genellikle para hediyesi verilmektedir. Toplu olarak uğurlama yapılırken davul, klarnet, saz ve darbuka gibi çalgılar çalınarak askerlere moral verilmeye çalışılır. Uğurlamalar yapıldıktan sonra asker ailelerine "Allah kavuştursun" denilir.
4. EVLİLİKLE İLGİLİ GELENEKLER
Yörede evlenmelerde özellikle yaş, sosyal ve ekonomik denklikler gözetilir. Kız ve erkeğin seçiminde soy ve sülalenin araştırılmasına özen gösterilir. "Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al" , "Kız anadan öğrenir bohça düzmeyi, oğul babadan öğrenir sohbet gezmeyi" sözleri bumun belirtisidir.
4.1. Görücülüğü Gitme, Kız seçimi: Tespit edilen kızların evine görücüler, kendi aralarında kararlaştırdıkları bir günde haber vererek gidereler. Gelen misafirlerin ziyaret sebeplerini anlayan ev sahibi misafirlerine gereken saygıyı gösterirse de, kızlarını birden bire verecek izlenimini yaratacak davranışlardan kaçarlar.
Eve dönen görücüler görebildiklerini konuşurlar ve kız ile ailesi hakkında olumlu ya da olumsuz bir karara varırlar. Kız oğlana gösterildikten sonra kesin bir sonuca varılır.
4.2. Kız İsteme: Kız isteme işi, hem kadınlar hem erkekler tarafından yapılır. Eskiden oğlan tarafının yakın akrabalarından bir grup, istemek için kız evine giderlerdi. Kısa bir sohbetten sonra "sizin tutmaç keseni, bizim kalem tutana uygun ve münasip gördük" denirken, günümüzde "Allah'ın emri, peygamberin kavliyle kızınızı oğlumuza münasip bulduk, siz ne dersiniz?" denilerek kız istenir ve oğlanın hüner ve meziyetleri anlatılır. Kız evi ise "iyi geldiniz, hoş geldiniz ama kızımız küçük, borçluyuz, evimiz pek yalnız, çocuk da giderse elimiz ayağımız kuruyup kalacak" cevabını verirler. Kızı isteyen taraf da "biz sizi sıkmayız, hepsinin kolayı bulunur, kızın yeri iyidir, kaçırmayınız" gibi gönül alıcı sözler saf ederler. Eğer kız tarafı olumlu düşünüyor ise "Allah nasip etmiş ise ne diyelim" ya da "birkaç gün sonra cevap verelim" derler.
Oğlan evinin ikinci ve üçüncü gidişinden sonra söz kesilir ve kız evi oğlan evine "mendil alma" adı altında bir bohça verir. Bundan sonra kız ile oğlan bağlanmış sayılırlar.
4.3. Nişan: Oğlan evinin uygun bulduğu bir günde nişan töreni yapılacağı önceden kız evine bildirilir. Nişan, kız ailesinin evi yeterli ise kız evinde, değilse sinema, düğün salonu vb. gibi geniş bir yerde yapılır. Kız ve oğlan evinin akraba, eş, dost ve arkadaşları nişan yerinde toplanırlar. Oğlan evinin sosyal ve ekonomik durumuna göre takılması gereken takılar takılır.
Oğlan tarafının büyüklerinden biri kızın ve oğlanın adlarını söyleyerek nişan yüzüklerini takar ve mutluluk diler. Nişanlı geçler daha sonra misafirlerin ellerini öperler.
4.4. Düğün: Düğün genellikle üç gün sürer. Düğünden bir hafta on gün önce hazırlıklara başlanır. Düğün yemekli ve çalgılı olacaksa aşçı ve çalgıcılar tutulur. Kız tarafı, kız için elbiseler ve kumaşlar beğenir, oğlan tarafı, bunların masraflarını karşılar. Köylerde yapılan düğünlerde oğlan tarafı okucu (okuyucu) çıkararak düğün gününü duyurur.
Eskiden düğünler şu şekilde yapılırmış:
Yük Yığma: Oğlan evinin aldığı sandık, yaygı, giysi, takı gibi hediyeler Pazar günü davetlilere sergilenirmiş. Bunlardan geline ilişkin olanlar akşam gelin sandığına, öbürleri de başka sandıklara konarak kız evine gönderilirmiş. "Yük Yığma" denilen bu sandıkları getirenlere kız evinin büyükleri çeşitli hediyeler verirmiş.
Tel Hamamı: Oğlan evi Pazartesi sabahı yakındaki hamamlardan birini kiralarmış. Misafirler kapıda karşılanır, gelenlere uygun yerler gösterilir, sabun ve kına verilirmiş. Gelin gelince def ve dümbeleklerle yıkanma yerine geçilirmiş. Gelin yıkandıktan sonra saçı örtülür, zülüf kesilirmiş. Pide, meyve, çerez sunulur ve misafirlere akşam kınaya beklendikleri bildirilirmiş. Kına yakılmasından sonra "çekici" denen kadın gelinin yakınlarından birini kaldırarak oyunu açarmış.
Gelin Hamamı: Çarşamba günü öğleden akşama kadar sürermiş. İki tarafın misafirleri katılırmış. Gelinin kınası misafirler dağıldıktan sonra yakılırmış. Bu sırada yalnız çok yakın akrabalar gelinin yanında bulunur, el ve ayaklarına kına yakarlarmış. Kimi yerlerde de evlendiğinin anlaşılması için güveyin avuç içine de kına yakılırmış. Oğlan evinde düzenlenen kına gecesi yörede "semah gecesi" diye adlandırılırmış.
Gelin Çıkarma: Oğlan evinin büyükleri önde, öbür davetliler arkada olmak üzere (kimi yerlerde güveyi de yanlarına alarak) Perşembe sabahı kız evine gidilirmiş. Arkadaşlara düğün alayı gelinceye kadar gelini hazırlar çeşitli eğlencelerle (Gelin okşama)  üzüntüsünü gidermeye çalışır, kimi yerlerde de güveyin arkadaşlara Perşembe sabahı "Güvey Hamamı" düzenler, ondan sonra gelin çıkarmaya gidilirmiş.
Gelin ata bindirilip oğlan evine gelindiğinde de karşılama töreni ve eğlenceleri yapılırmış. Gelinin duvağı gerdeğe kadar açılmazmış.
Gelin Ertesi: Gerdekten sonraki üç gün yörede "gelin ertesi" diye adlandırılırmış. Dost ve akrabalar gelini ziyaret eder, kutlarlarmış.
Köylerde ve kasabalarda bazı değişikliklerle varlığını sürdüren bu gelenekler, merkez şehirlerde büyük ölçüde bırakılmıştır. Çağrılar "Okucu" yerine davetiyelerle yapılmakta, nişan ve düğün törenleri salonlarda ve açık alanlarda düzenlenmektedir. Hamam törenleri ise tamamen canlılığını kaybetmiş durumdadır.
Günümüzde ise yapılan düğünler üç gün sürmektedir. Cuma günü düğün evine Türk Bayrağı çekilerek düğün evi belirlenir. Çalgıcılar buraya gelerek, orada bulunanlara çalgı çalarlar. Düğün yemeği için tutulan aşçı da, yemeği pişirme hazırlıklarına başlar. Gece yarılarına kadar çalgılar eşliğinde eğlenirken düğün yemekleri de pişirilmiş olur. Düğünün ikinci günü olan Cumartesi günü, yemekler yedirilir. Saat 8:00’den 13:00'e kadar gelen misafirler yemeklerini yerler. Yemeğe gelen misafirler düğün hediyelerini de bu sırada getirebilirler. Cumartesi akşamı ise kız evinde kına gecesi yapılır. Kına gecesinin Cuma akşamları da yapıldığı görülür. Kına gecesinde geline ve gelen misafirlere kınalar yakılır. Kuruyemişler ikram edilir. Ayrıca def ile birtakım eğlenceler düzenlenmesiyle birlikte gelini ağlatmak ve hüzünlendirmek için birtakım türküler söylenir. Buna "gelin okşaması" denilir. Bu akşam güvey evinde de "semah geçesi" denilen birtakım eğlenceler tertip edilir.
Düğünün son günü dolan Pazar gününe "gelin çıkarma" denir. Öğle namazını müteakiben gelin oğlan tarafının misafirleriyle birlikte kız evine gelinerek alınır. Gelin bir hoca nezaretinde dua edilerek kız evinden alınır ve arabaya bindirilir. Gelin küçük yerlerde bir caminin etrafında dolaştırılarak oğlan evine getirilir. Şehir merkezlerinde ise arabalarla bir şehir turu atıldıktan sonra oğlan evine gelinir. Gelin arabadan inerken ve oğlan evine girerken güvey cebinden para ve şeker çıkararak havaya saçar ve etrafta bulunan herkes bundan almaya çalışır.
Gelin eve geldikten sonra kadın misafirler gelinin evine çıkarak evi gezmeye başlarlar. Gelinin eşyalarını ve çeyizlerine bakarlar. Daha sonra misafirler dağılır. Yatsı namazından sonra güvey, arkadaşları tarafından gelin evine getirilerek gerdeğe sokulur.
Pazartesi günü gelinin evinde "Erte" denilen bir eğlence tertip edilir.
Düğünden bir veya birkaç gün sonra yeni evliler kız evine el öpmeye giderler. Bir hafta sonra da kız ve oğlan evi birbirlerine yemekli davet verirler.
5. HAC GELENEKLERİ
Günümüzde hacca uğurlama şekilleri ve karşılama adetleri eskiye göre değişikliklere uğramıştır. Hacca gitmeden bir hafta - 15 gün önce hacı adaylarına herkes, dilediği şekilde hediyeler verir. Ayrıca hacı adaylarının akrabaları, gidişten bir ay öncesinden itibaren onları yemeğe çağırmaya başlarlar ve Hacı Yemeği verirler. Hacılar Isparta'da Ulu Camii'nin önünde toplanarak otobüslere bindirilir. Hacılar ihramlarını giymiş bir vaziyette giderler. Otobüs ve arabaların üzerine Türk Bayrakları asılır.
Hacılar hacdan döndüklerinde havaalanında karşılayanlar olduğu gibi, şehirde, Ulu Camii önünde de karşılamaya gelenler olur. Hacı evine geldiğinde hacı ziyaretlerine gidilir. Gelenlere zemzem takımı içinde zemzem suyu ile hacı yağı ve hurma ikram edilir. Genellikle akşam yapılan bu hacı ziyaretlerinde gelenlere gümüş yüzük, tespih ve takke gibi hediyeler verilir.
Hacılar yaklaşık 10 veya 20 gün sonra varlıklarının durumuna göre "Hacı yemeği”  verirler.
6. ÖLÜMLE İLGİLİ GELENEKLER
Bir kişi ölünce dini vecibelere göre defnetme işlemleri başlar. Şayet ölünün yakınları, şayet ölenin yakınları uzakta iseler ölü gömülmez, bekletilir. Bütün aile yakınları ve akrabaları tarafından "katmer" edilir. Baş sağlığına gelenlere ikram edilir.
Cenaze tabuta konulduktan sonra genellikle tabutun üstüne halı konulur, daha sonra bu halı bir camiye gönderilir. Cenaze defnedip gelenlere pide ayran veya mahalli yemeklerden pişirilerek yedirilir. Ölüm gününü takip eden bir hafta veya on gün çeşitli yemeklerle birlikte akşam yemeğini yemeğe gelirler. Ölenin yedinci günü pişi yapılır, komşulara dağıtılır. 52. günü de mevlidi şerif okutularak yemek verilir. 
7. BAYRAM GELENEKLERİ
Yöre halkı dini örf ve adetlerine çok bağlıdır. Bilhassa üç ayların girişiyle oruç ve namaz ibadetlerinde, hayır, hasenat işlerinde artmalar olur.
Mübarek günlerde topluca mahalle camilerine gidilir. Evlerde ise "geçe bekleme” adı verilen ibadetler yapılır. Yine mübarek günlerde şehir merkezlerinde kandil simitleri satılır. "Arasta" denilen yerlerdeki esnaflar, bir araya gelerek ortaklaşa irmik helvası yaptırıp sokak başlarında hayır için dağıtırlar. Arife günü veya bayram namazından çıktıktan sonra mezarlıklara gidilir, geçmişlerin ruhuna fatihalar okunur. Ramazan boyunca herkes oruç ve namaz ibadetlerini yapmaya çalışır. Kurban bayramlarında yine mezarlıklara gidilir ve yakın akrabalardan başlamak üzere bayram ziyaretleri yapılır.
8. MEVSİMLİK BAYRAMLAR
Yörede mevsimlik bayram olarak Nevruz ve Hıdrellez bayramları kutlanır. Nevruz kutlamaları daha çok Alevi-Bektaşi inancına bağlı topluluklarda cem yapılarak kutlanmaktadır. Hıdrellez gecesi (5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece)nde ise birtakım niyetler tutulur. Bolluk, bereket, kısmet, şans, sağlık ve sıkıntılardan kurtulmak şeklinde birtakım dilekler tutularak, Hızır tarafından bunların gerçekleşmesi dilenir.
Isparta'da hıdrellezin kutlandığı hemen her yerde kır ve yeşillik alanlara gidilerek piknikler yapılır. Yemekler yenilerek eğlenilir ve sohbetler yapılır.
Isparta Mahalli Ağzı 
  1. Isparta mahallî ağzında Akdeniz ve Orta Anadolu ağızlarının etkisi görülmektedir.
"A" Sesi: Kelime içerisindeki "-a"lar değişerek "-e,-i,-o ve -u" olmuştur.
biraz > birez
entari > enteri
portakal > portukal
Orta hecedeki "-a" sesinin vurgusuz olduğu zaman, çoğunlukla düştüğü görülmektedir.
burada> burda
orada > orda
-acak gelecek zaman kipindeki fiil, şahıs eki aldığında kipin başındaki
"-a" seslisi ile, kipin sonundaki "-k" sessizi düşmekte ve şahıs eki değişmektedir.
boz-acak-sın > boz-ce-n
var-acak-ım > va-ca-n
"B" Sesi: Bazı kelimelerin başındaki "b-"ler "p-,m-,h-" olmuştur.
Bazı kelimelerde ise      "-b"lerin düştüğü görülmektedir.
balta > palta
baston>paston
muşamba muşamma
bu > hu
"C" Sesi: Bazı kelimeler içindeki "c" sesi "ç" ve "d" olarak değişmektedir.
Ayrıca katlanması da olmaktadır.
dilenci > dilençi
kurcalamak> kurdalamak
"Ç" Sesi: Bazen "ç" sesi gerek kelime içinde, gerekse kelimenin başında
veya sonunda yumuşayıp "c" ve "ş"sesiyle ifade edilmektedir.
çizmek > cizmek
çingene > cingene
gençlik > genşlik
kılıç > gılış
"D" Sesi: Bazı kelimelerin başındaki "d-" sesi yumuşayarak "t-"ye dönüşmüştür.
defter > tefter
"E" Sesi: Kelimelerde ses uyumu gerektiğinde "-e-" sesi "-a-"ya dönüşmektedir.
elma > alma
bahçe > bahça
ateş > ataş
kıymetli > gıymatlı
Bazen "e"ler kelime içinde "-i-" ve "-ü-"ye dönüşmektedir.
yer > yir
dede > dide
gece > gice
böcek > böcü
"F" Sesi: Bazı kelimelerdeki "f" sesinin düştüğü olduğu gibi, "h" ve "p"
seslerine de dönüşmektedir.
yufka yuka
fol > hol
"G" Sesi: Bazen hece içindeki "g" sesi "h"ye dönüşmektedir.
gırtlak > hırtlak
"Ğ" Sesi: Bazen hece içindeki "ğ" sesi düşmektedir.
öğlen > ölen
oğlan > olan
mağara > mara
sağlam > salam
"H" Sesi: Kelime içindeki "h" sesi kendinden önceki seslinin uzun
söylenmesinden dolayı düşmektedir.
ahbap > apap
kabahat > gabat
kahve > gave
Abdullah > Abdilla
 "I" Sesi: Bazı kelimelerdeki "-i-" sesi "-a-"ya dönüşmekte ve düşmektedir.
kıkırdak > kakırdak
satılık > satlık
"İ" Sesi: Kelimelerde hece içerisinde yer alan "i" sesi "-e, -i, -ü"ye dönüşmektedir.
Ayrıca orta hecede vurgusuz olarak söylendiğinde düşmektedir.
ikiz > ekiz
zincir> zencir
hangi > hangi
hizmet > hızmat
"J" Sesi: Bazen "j" sesi "c"ye dönüşmektedir.

jandarma>candarma
şarjör carcur
"K" Sesi: Kelimenin başındaki "k" sesi kalın sesli bir harfle beraberse yumuşayıp
"g"ye dönüşmektedir.
kaba> gaba
kalın > galın
kan > gan
koyu > goyu
Kelimenin son hecesindeki "k" sesi sert sessizden sonra geldiğinde "g" sesiyle ifade edilmektedir.

baskı > basgı
çalışkan çalışgan
Bazen kelimenin içinde düştüğü görülmektedir. Böylece kendisinden önce gelen sesli sesini uzatmış olmaktadır.
eksik > ēsik
akşam > āşam
yüksek> yüsek
Dilek-şart kiplerinde, birinci çoğul şahısların sonlarındaki "k"lar "z" olmuştur.
gelsek > gelsez
okusak > okusaz
Gitsek > getsez
yazsak > yazsaz
"L" Sesi: İlk sesi "l-" olan kelimelerde "l-"den evvel bazen "i" sesi ilave olunmaktadır.
leğen > ileğen
limon > ilemon
lâzım > ilâzım
lâhana > ilâhana
"l" sesi kimi hallerde düşüp, kendinden önceki seslinin uzun söylenmesine neden olmaktadır.
gelsin > gēsin
gel > gē
salıncak > sāncak
Bazen "l" sesi "n"ye dönüşmektedir. Ayrıca çokluk eklerindeki "l" sesi sonraki "r" sesiyle birlikte düşerek "-na, -ne" şeklinde çokluk ifade edilmektedir.
izinli > izinni
karanlık > garannık
bunlar > bunna
koyunlar > goyunna
"M" Sesi: Bazı kelimelerdeki "m" sesi "n" ve "k" seslerine dönüşmektedir.
Gelecek ve şimdiki zaman kipinin şahıs ekleri değişime uğramaktadır.
domuz > donuz
şimdi > şindi
pembe > penbe
tulum > tuluk
"N" Sesi: Eski Anadolu Türkçe’sinde XIII. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar kullanılan
nazal "ñ"(ng) yörede halen korunmaktadır. Fiillerin ikinci tekil ve çoğul şahıslarındaki
"n"ler ve ikinci şahıs zamirlerinin sonlarında bulunan "n"ler nazal "ñ"(ng)
olarak söylenmektedir.
beniz bengiz
deniz dengiz
ona > onga
geldim > gelding
Bazen hece başındaki ve sonundaki "n"ler "k" ve "l" sesine dönüşmektedir.
görünmek> görükmek
dönüm > dölüm
fincan > filcan
nöbet > löbet
"O" Sesi: "O" sesi kelime içinde bazen "-a-" ve "-u-"ya dönüşmektedir.
horoz > horaz
doktor > doktur
koy > guy
sofra > sufra
"Ö" Sesi: Bazı kelimelerdeki "ö" sesi "ü" şeklinde değişmektedir.
öğütmek > üğütmek
"P" Sesi: Kelime başındaki "p"ler bazen yumuşayıp "b" ve "m" olarak söylenmektedir.
parmak > barmak
pazar > bazar
pekmez > bekmez
pişmek > bişmek
"R" Sesi: Başta olan "r"lerden evvel bazen bir sesli harf gelmektedir.
rehin > irehin
ramazan ıramazan
rende > irende
raf > iraf
Bazen birinci hecenin son sesi olan "r", ikinci hecenin ilk sesiyle yer değiştirmektedir.
kirpik > kiprik
perhiz > perhiz
kibrit > kirpit
derviş > devriş
Tezlik fiillerinde ve emir kiplerinin sonlarındaki "r"ler genellikle okunmamaktadır.
geliver > gelive
okuyuver > okuyuve
gidiver > gidive
aliver > alive
Ayrıca çokluk eklerinin ve bazı kelimelerin sonundaki "r"ler de çoğunlukla düşmektedir.
kapılar > gapıla
kitaplar > kitapla
bir milyon > bi milyon
sonra > sona
Hece içindeki "-r-" sesi "-l-"ye dönüştüğü zamanlar da olmaktadır.
güreş > güleş
merhem > melhem
birader > bilader
rençber > leşber
"S" Sesi: Bazı kelimelerin başında ve sonunda yer alan "s" sesi "z"ye dönüşmektedir.
soba > zoba
herkes > herkez
sümbül> zümbül
nergis > nergiz
"S" ile başlayan bazı kelimelerin başına sesli bir ses gelebilmektedir.
sıcak > ısıcak
"Ş" Sesi: Bazı kelimelerdeki "ş" sesi katlanarak söylenmektedir. Bazen "h"ye dönüşmektedir.
aşağı > aşşa
şu > hu
koşa koşa>goşşa goşşa
şimdi > hindi
"T" Sesi: Kelimelerin başındaki "t" sesi yumuşayıp "d"ye dönüşmüştür. Kelime
ortasındaki "t"lerde bazen "d" olmaktadır.
taş > daş
tatlı > datlı
tilki > dilki
tuz > duz
"U" Sesi: Kelimelerde küçük ses uyumu gerektiği zaman "u" sesi "i"ye dönüşmektedir.
karpuz> garpız
çabuk > çıbık
armut> armıt
kavun> gavın
Bazen hecelerdeki "u"lar "o"ya dönüşmüştür.
yukarı > yokarı
usanmak> osanmak
"Ü" Sesi: Bazı kelime ortasındaki dar sesli olan "ü" sesi, genişleyerek "ö"ye dönüşmüştür.
güzel > gözel
büyük > böyük
üvey > övey
yürümek > yörümek
"V" Sesi: Bazı hece içerisindeki "v" sesi "b" ve "ğ" sesine dönüşmektedir.
esvap > esbap
oklava> oklağı >oklağa
"Y" Sesi: Kelime içinde bazen düştüğü olmakla birlikte "z" sesine de dönüşmektedir.
"Y" sesi düştüğünde kendinden evvel gelen sesli sesini uzatmıştır.
yılan > ilân
teyze > deze
söylemek > sölemek
koyuvermek>govermek
"Z" Sesi: Kelime içindeki "z" sesi bazen "r" ve "y" seslerine dönüşmektedir.
gözükmek > görükmek
uzlaşmak > uylaşmak
2. Bir kurala bağlanmayan kelimeler de Isparta mahallî ağzında çokça kullanılmaktadır.
amca > emmi
haşhaş > haşgeş
patates > patike
domates>domatiz > domat
evlendirmek > evermek
Hüseyin > Üsen
kız > gı
patlıcan > badılcan
3. Çoğunlukla iki heceli kelimelerde, ilk hece sessizle biter, ikinci hece de
"r, l" sessizle başlarsa, araya öbür seslilere uygun bir ses eklendiği görülmektedir.
abla > abıla
katran > gatıran
inle > inile
müjde > mücüde
4. Isparta mahallî ağzında sessizlerin yer değiştirmeleri çokça rastlanmaktadır.
tenha > tehna
kibrit > kirpit
derviş > devriş
karyola > gayrola
80-100 sene önceki Isparta mahalli ağzının özelliklerini ortaya koyabilmek için Av. Güngör Çakmakçı tarafından 1951 yılında kaleme alınan bir mektup örneği şöyledir. Mektup iki gencin karşılıklı sevgilerini anlatmaktadır:
Tāşircilerin Tāfik’ten Ag Gız Aba’nın Zıddığa
Gızım Zıddık;
Öteygün abamın çelibasıyla bi çit bostan yollevediydim eletivemedi mi?
Gireği gün enüzün önünden hem de gırevetli, yeni urbalı gontıralı geçeken sen ebdaslıktan bakıyodun. Ben yeni sakoma bakıyo deye hıyalladım. Yanına it tünmüş de emedaniye bengildemiş gibi neye fıyıvedin? Yarını yemezdik en gücü de mi? Sinnenip de nōlcek? Saklambeş mi oyneyoz? Musandırada gavun saklanır gigi saklanıp durcek değilsin ya.  Engücü bi gısmetin çıkcek. Amma yat, amma biliş.  Bigalgı iki galgı necibosa seni bırıne vercekler. 
Aras gün gâvede bi tevatür duydum. Seni gôya emekli başçavuş Gavuz Āmada vēceklerimiş. Dinine imanına bana vēdiğin sözlē noluyo gı! Gocaya mı vācen bubaya mı? Bullirıprık gibi ben genci gözeli duruyokana elin ehdiyar, bol donlu, tabbak mesli herifini netcēn? Mayışı varımış, vāriyetliymiş, yevmiye gün nevaleyi düzdümüydü iki hammal ense kökünden ter akalaktan bi halla daşırmış... ole ofarttıklarına bakma sen. Mayışı vā deye obban gaşlı, şalvar ağızlı cavır halan gandırıyo seni.. Mayış olup nolcek gı? Mayış seni ısıtcek mi? Pangınotları torbaya gat, goynuna al, zabaha gadā yat, ne gıymatı vā?
Bunnarın hepsi de gavuz gapcık evünsüz mesmursuz laf.. Hem sen gızım gocaya mı vācen bubaya mı? Ben gencim, gözelim o dibek garınlı, aydeş bacaklı ehdiyara varıp da netcen de.. Üskesallah vāman de.. Elin galbır gulaklı hırsız kedi enseli herifi kimi isdettirise isdettirsin. Daha garısı öleli gırkı bile çıkmadı. Utanmeyo mu bu herif.. Gar mı yok buz mu yok? Garı mı yok gız mı yok? Bırak başka gapının şaggarağını çalsın. Hem vārıyet olup nōlcek gı? Göğnüme sam esekene keseme lodos esmiş nēneyen de.
Merkebin gocamışı ne işe yarā? Haddini bilmez bi de teze yonca arā.. Bu yaşdaki goca neyime de.. Ver eline bastonu oturup beklesin bostanı.. Başga ne işe yarēcek?
Habarı duydum tōbōsun anıt benit oldum. Cenevim ambaklanmış cövüz gibi şagga şagga oldu. Tōbōsun bu dertleri senin yüzünden edindim. Yağırnımdam ārı bi yel dikiliyo üskesallah çıkmēyo. Eğerne bi de o aydeş bacaklı, davul garınlı herife seni vēsinle tōbōsun dirlik vēmen, yeri göğü yırtarın. Hem bana vēdiğin sözlē nōluyo gı? Ben eğlencelik leplep miyim ki çiğneyip geşcen?.. Hem zaten sen o buban yaşındaki ehtiyarla üskesallah ōnmazsın. Hani gönül dēyo bi naşırfa suya bi dutam gırcı şeker at, yuduvē gurtul bu dertten. Tōbōsun şığşırım rahmetde yalınayak, göğneksiz tingildesem cenevimin alavı üskesallah söyünmēcek. Doydum, osandım gāri bu habarlardan.. Bi bana bak fişne fidanı gibi bi de o dibek garınlı ehdiyara.. Gözün de mi görmeyo gı. Gara perde mi endi yoğusam? Hem ben ona goca mı dēcen buba mı de? Sav get başından dilini eşşek arıları mı soktu? Aşır gapından getsin.
Bak gine paşa göynün bilir amma bin yattan bi biliş eyidir. Bilmediğin yola girme daklaşır düşēsin gızım. Bilmediğin aşı yeme davul olur şişêsin. Helamma gine paşa gönün bilir. Dediklerimi gulağına eyi gat. Gorkak davşan gibi düşünme gönül senin gönlün.. Kestir at İki satır bana yazmaya da mı elin ermēyo.. Beni maraktan gurtar. Gireği gün bi kayide ona varmēceni, beni sevdiğini yaz, bizim öte ganbır gapının mıhına eyyatlı dakleşdiri, usullam fıya gidêsin âşam âşam, şavk vurmaddan gari heş kimse hıyallamaz. Hepesker seni dikizleyo değil ya.. Şaşkın şaşkın suratını asma düz yol varıkana çamıra basma deye nefes tüketiyoz burda. Şunu eyıce gafāna gat, parayla dirlik alamazsın, benden gözelini de bulamazsın. Paraya gandım sonunda yandım deme sakın. Bi bana bak ince baston gibi, bi ona bak geşmiş bostan gibi.. Tōbōsun seni düşünüyom. Yedi mehelle ol. Çeyizin yaylı arabalā doldursun. Hammalla bi halla galdırsın. Eyi düşün gararı vercek sensin, rabbıye emanet ol. Kestâne kebap acele cuvap...
Tāşircilerin Tāfik
Zıddıgdan Tāfiğe
Tāfik; metdubunu Ginner bazarı günü aldım. Bi daha abāת çelibāsıyla bostan felen yollama. Anam, halam hele akanam yüzüme bi hoş bakdılā.. Accık bi şeylē hıyallā gibi oldulā.
Dertlerim vā dağlā gibi, velâkin söyleyemen ellē gibi. Sen bi tek Gavuz Āmat isdediyo bellemişsin, onu diline doleyon. Ermiş ekin, bişmesi yakın. Ben mayışı vā deye ehdiyar herife filen eh demen. Bi o yok ku... Akanam “Gızım gızım gız gişi, gızıma geliyo yüz gişi” deyo. Beni Topak Hâfız da isdediyō. HA’sı getmiş VIZ’ı gāmış. Ne eden ben onları felen? Davulcunun Kel Üsēne de istemeye geldilē. Anam gapıdan çevirdi. Goca bulamadık ıra gırnav gırnav edenlēden mi sandın beni sen len? Yüsek bacalā, zengin gocalā felen isdemeyon ben. Yüz olcēne elli ōsun, ağzı yüzü belli ōsun.
Sarı samanın altından suyu salıyon, sōna heş o değillikten duruyon. Altı ogga bekmez, yerinden gakmaz gibi lafları sıralamasını biliyon da sen gendini gantarda dartmeyon mu? Dilin bideci küreği gibi... Gıynaşık helāvetsiz gonuşma. Gidişikli gibi laf etmeyi sevmen ben.
Yok fişne fidanı gibiymişsin, incecik baston gibiymişsin de, senden iyisini bulamazmışın da.. Zort zort atıyon. Öyüne öyüne ötürme, gendin baş tahtaya oturma.. Gubarlana gubarlana gabından daşcen.. Sen öylesin böylesin de, biz çift garınlı gabak mıyız, köken buruşuğu muyuz, yonusam kenef ıprığı mıyız len? Ak anam beni “Şefdeli çiçeği gibi ak pembe gızım. Gızımı beyle paşalā istesin, her gün pirzolayıla beslesin. Gızım ak bullir gibidir, gara üzüm yedi mi ümüğünden geçekene görünür” deye sevēdi. Sen ne zannediyon? Hurda daha ilk meddabı bitireli haç sene oldu? Başım bacadan çıkmadı. Etin gantar dutākana, ellē yüzüne bakakana eh de demişle. Helamma benim daha yaşım kaç? Saçımın teline müşderi gırk dene. Zengin değiliz amma gendimize göre tenceresinde bişirip gapağında yēyoz. Beni bişirdiği yenmez, yüdüğü geyilmez, yedi dağın otunu yemiş, yediği tepit, geydiği gaput gızlâdan mı sandın? Yaladım doyamadım, yamadım geyemedim dēcek hālim yok hamdōsun. Elindeki yarım hamırsız, netdiğin bellem belirsiz senin. O gadā da gubarlanma. Ağzına bakan, zabahına bayram olcek zannetcek. Elibağlı duvara çıkılmaz. Kesersiz çivi çakılmaz. Nefesin varsa zurna çalāsın. Sen heç gendini düşünmēyon. Zoy zoy geziyon. Gazanır köşeye gorsun, on olur, heç olmazsa yarın sırtına don olur. Saçına ilimon sıkıp daramayı biliyon da gendine iş aramayı niden bilmēyoň? Gız istemeye geldiğinizde “Oğlun ne iş ediyo?” deye bizimkilē sorāsa anan: “Arık başında iki dene guzu güdüyō” mu dēcek? Yağını bulgurunu hazırlamadan aş bişirmeye durulur mu? Yüz direm zērē ile baş değmene çıkılmaz. Gapıma çift atlı payton isterin demeyom amma “gır eşşekde paldım, ben seni aldım“ demeyle guru lafıla bitiyō mu? Varlık olmadan dirlik nasıl olcek? Yarın çalı çırpı bulup ocağı yakdık deyelim. Tencereye barmağımızı mı goyup yēcez? Kebapcı kedisi gibi elden günden mi geçincēz? Öyle gazandığını bezendiğine yetiremeyenlerden değilindir, eteğimin altında etem yok hamdôsun. Amma geçincemeni bulmadan, bi kesere sap olmadan, denizdeki balığa duz sürtmenin âlemi yok. Parayla dirlik alamazsın, benden gözelini bulamazsın dêyon boyuna.. Sen de benden gözelini bulamazsın, helamma ne fayda iki çılbak ancak hamamda yakışır. Göğnün gırılmasın, benim gusuruma bakma. Doğrusunu söyleyon ben. Yoktan yonga gopmēyō. Sen yoluna ben yoluma... Hazırlā hızırlā yoldeşin ōsun. Daha nelē çıkā garşına. Bekleyen beklemesine amma nereye gadā... Doğruyu söleyen hora geçmez imiş. Ōle ilimon yalamış gibi yüzünü buruşturma.. Beni sōna annāsın... Gusura bakma. Dēcēğim bu gadā.. Allah seni de beni de eyilere düşürsün. Rabbime amanet ol.                                                  Ag Gız Abanın Zıddık
Efsaneler 
      1. Eğirdir İsminin Efsanesi: Zamanın birinde Eğirdir’de yaşayan bir bey, eşi ve çocuklarıyla birlikte Sivri Dağı eteklerinde avlanmaya çıkar. Bey orada bir geyik görür, okunu gerer ve geyiğe atar. Ancak ok geyiğe değil, arkada bulunan kayaya saplanır. İşte tam bu noktadan sular fışkırmaya ve çoğalarak akmaya başlar. Beyin çocuğu bu suya kapılır ve boğularak ölür.
Bey, hanımının yanına koşar ve çocuğun boğularak öldüğünü bildirir. Hanım dalmış, elindeki tenkerekiyle yün eğirmektedir. Bey daha da bir isyankâr tavırla; “Hanım hanım çocuğu su aldı götürdü, sen hala elindekini eğirir durursun. Eğirdur bakalım” der.
Böylece Eğirdir ismi ilk defa söylenmiş ve bu yöreye verilmiş bir isim olarak kalmıştır.
2. Anamas Efsanesi: Anamas Yaylası, Anamas Dağı’nın eteğindedir. Sütçüler, Beyşehir Gölü, Ş.Karaağaç arasında oldukça geniş bir yayladır. Yüksekliği 1500 metrenin üzerindedir. Anamas adının verilmesiyle ilgili iki tane rivayet bulunmaktadır.
Birinci Rivâyet: Aksu İlçesi'nin ilk adı olan Anamas'da vaktiyle fakir bir ailenin oğlu, anasının yanlış telkinlerine kapılarak küçükken yumurta ve tavuk hırsızlığına başlamıştır. İşi gitgide büyüterek korkulur bir eşkıya olmuş, yol keser, haraç alır, her türlü pislikleri yapmaya başlamış. Nihayet yakasını hükümetin pençesine kaptırmış. Kıydığı canların, yollarını kestiği mazlumların bedduâsı onu darağacı altına getirmiş. Tam asılacağı sırada son isteği sorulmuş. Abdest almış ve iki rekat namaz kılmış ve ellerini göğe kaldırarak: "-Yarabbi, bu işlerde benim günahım yok. Beni bu kötü yollara anam öğütledi. Beni asma Anamı-as..." diye yalvarmağa başlamış. Derken adamı asmağa memur olan hükümet adamları, zavallı delikanlı yiğidin macerasını dinlemişler ve onu asmaktan vazgeçmişler. İşte, kendini bilmez, cahil bir ananın teşvikiyle hırsızlığa alışan masum delikanlının macerası bu dağlara Anamı-as adını verdirmiştir.
    İkinci Rivâyet: Çok eskiden bu dağda bir zengin ağa yaşarmış. Astığı astık, kestiği kestikmiş. Ağanın adamları, sürüleri, sürülerine bakan çobanları varmış. Çobanlarından biri özü sözü doğru, yağız bir delikanlı imiş. Delikanlı, ağanın kızına aşıkmış. Yıllarca "Ben bir çobanım, o ağa kızı" diye aşkını kor yapıp içinde saklamış. Ama bir zaman gelmiş dayanamamış "-Ana" demiş. "-Bana ağanın kızını isteyeceksin." Ana önce korkmuş, çekinmiş ama oğlunun solan yüzüne dayanamamış, gitmiş kızı istemiş. Meğer kız da çobanı severmiş. Ağa, kızının hatırı için çobanın dileğini hoş görmüş. Demiş ki: "-Kızımı veririm, ama, koyunlarımı bir gün susuz bırakacak, ertesi gün göl kıyısına götüreceksin." Çoban kabul etmiş. Ağanın dediği gibi sürüyü susuz bırakıp, göle götürmüş. Tam yaklaştıklarında başlamış kaval çalmaya. Cümle koyunlar, kuzular durmuşlar. Kavalın sihirli sesi onları büyülemiş, suyu görmez olmuşlar. Yalnız içlerinden biri kendini sudan alamamış. Binlerce başlık sürüdeki bir koyun yüzünden de ağa: "-Olmaz" demiş. Bir daha denemişler yine olmamış. Üçüncüsünde inatçı koyun da, kavalın nağmesine uyup su içmemiş. Bu defa ağa: "-Bir kere daha dene" deyince çoban kızmış. "Anamı assalar bu kızı almam" demiş ve vermiş kendini dağa. Bir daha ne gören olmuş, ne sesini duyan. "Anamı assalar" sözü de yılların altında ezile ezile değişerek Anamas olmuştur.
Efsanede geçen hadise sonucunda çobanın "Anamı assalar" sözü zamanla yöreye Anamas adını vermiştir. Efsane içinde çobanın olağanüstü bir gücü ortaya konmuştur. Bu gücü aşkına olan samimiyetinden dolayı Allah tarafından aldığına inanılmaktadır.
3. Ayazmana Efsanesi: Ayazmana Senirkent ve Isparta'da olan bir mesirelik yerin adıdır. Rivâyete göre eveli bir anaynan gızı varımış. Evleri bitecik adayımış. Bunnarın bir sürü goyun guzuları varımış. Yakınnarında da su yoğumuş. Goyunnarı sulamaya de uzaklara giderlerimiş. Gız, çok bıkmış goyunnarı sulamak için uzaklara gidip gelmekten. Oturmuş, Allah'a yalvarmış: "-Allahım ne olur şuracıkda su olaydı. Su çıkar da istesen evimin ortasından çıkar" demiş. Bunun üzerine odanın ortasından su çıkmış
Bi gış günü guru darı bi şey bişirceklermiş. Yakacakları galmamış. Gadın, yakıcak aramaya dışa çıkıyomuş. Amma, soğuktan, fazla uzaklaşamadan dönüyomuş. Her defasında da gız sormuş: "Ayaz mı ana?" derkene oranın adı Ayazmana galmış.
Ayazma adı bu geçen efsanedeki hadisenin sonunda verildiğine inanılmaktadır.
4. Gelincik Dağı (Gelincik Ana) Efsanesi: Senirkent'in 10 km. doğusunda, Senirkent'in yaslandığı dağın doğuya doğru devamı olan, Barla dağının kuzeye bakan tepesinde, 2734 metre rakımlı bir tepe vardır. Bunun üzerinde çimenlik bir düzlükte etrafı gelişi güzel bir taş yığını biçiminde sıralanmış, bir duvarla çevrili, 10 metre uzunluk ve 5 metre genişlikte, oval bir alan içinde Gelincik Ana’nın yatmakta olduğu rivâyet edilmektedir.
Birinci Rivâyet: Her yıl buraya yaylamayı âdet edinen Sarıkeçili oymağından bir oba, günün birinde yine yaylada çadır kurar. Obanın oğlu geçen yıl burada evlenmiş ve gelin kadın ilk kınalı parmak aşını burada yaktığı ocakta yapmış. Gelinin kaynatası ona, hemen ateş yakmasını ve saç kondurmasını söylemiş. Gelin, o an aklına gelen geçen seneden kalan, toprağa soktuğu üç yanık esiyi alıp getirmek için soktuğu tarafa gitmiş. Topraktan çekip getirmiş. Hâlâ yanmakta olduğunu gören kaynatası hayretler içinde kalarak esinin toprağın içinde bir sene yanık kalmayacağını, gelinin başka bir amaçla oraya kendinden önce geldiğini ve kendini kandırdığını söylemiş.
Gelin tüm saflığıyla bakmış. Elindeki yanık esileri tüm gücü ile atarak: "-Allah’ım canımı al" demiş ve can vermiş. Attığı esilerden biri olduğu yerde, ikincisi kendisinin aşağısındaki Akdere denen derenin içinde, üçüncüsü Yassiören'in altında bulunmaktadır. Adları yanık katrandır. Bu dağa daha sonra bu gelinin ismi verilmiştir.
 Gelin-Kaynata arasında geçen bu hadiseden sonra yaylanan bu dağa Gelincik Dağı adı verilmiştir. Burada yatan Gelincik Ana mezarına adak adamaya, dilek dilemeğe gelinmektedir.
İkinci Rivâyet: Her sene yaylamaya gelen Sarıkeçili oymağından olan Yörükler geldikleri tepedeki yaylaya bir çadır kurarlar. Daha yeni evli olan gelinin kaynanası gelinden bir ateş yakmasını ve yemek pişirmesini ister. Gelin şuradan, buradan, çalı, çırpı toplar, ancak çıkan rüzgardan ateşi yakamaz veya yanında kibriti yoktur. Gelin bütün çabalarına rağmen ateşi yakamayınca cadaloz kaynana, elinde oklava değneğiyle geline çok şiddetli saldırır. Ne olduğunu anlamayan gelin geçen seneden kalan küllere başını eğer ve saçlarını küllere bular.
Meğerse, ta geçen seneden küllerin altında kalmış olan kıvılcım zavallı gelinin saçlarını tutuşturarak orada yığılı çalı, çırpı de alev alev yanar ve gelin de bu alevlerin içinde kül olur. Facia yerine yetişen güveyi ve Obanın gün görmüşleri bu hale acırlar, göz yaşı dökerler. Hain kaynana diz çöküp Hakk'a yalvarır ve masum gelinine yaptığına pişman olur; ama, iş işten geçmiştir. Gelinciğin kemiklerini bu ocağın mezarına gömerler ve bu dağa Gelincik Ana adını verirler.
5. Isparta Adı İle İlgili Bir Efsane: Vaktiyle Gülistan denilen bir diyarın Gülsultan adında bir hükümdarı varmış. Bu hükümdarın elma yanaklı, kiraz dudaklı, pembe gül tenli ve ahu bakışlı güzel bir kızı varmış. Kız, pembe gül tarlaları arasında doğup büyüdüğü için kendisi de güller gibi kokarmış. Bütün tabiat bu kıza aşıkmış. Bu güzel kız yüzünden komşu hükümdar dağlar yıllarca birbirleriyle mücadele etmişler. Bunlardan Davras adında dağ, yanıp tutuşan bağrından semalara alevler fırlatmış. Neden sonra bu dağlar bir karara varmışlar. Demişler ki: "Elele, omuz omuza verelim. Geniş bir dağ halkası yapalım. Bu halkanın ortasında hasıl olacak ovayı bereketlendirelim. Ovanın güney bölgesini bağ, bahçe ve gül tarlaları ile süsleyelim. Hiçbirimize yâr olmayan sevgilimizi oraya yerleştirelim. Başına da bekçi olarak Yağız Karatepe ile Efe Sidre tepeyi dikelim. Onun güzelliğini uzaktan seyredelim." Öyle yapmışlar. Böylece dağ halkasının ortasındaki geniş ovanın güneyinde güzel Isparta bütün tarih boyunca emniyet içinde, düşman istilası görmeden, huzur ve sükun içinde, yeşil fistanının uzun eteklerini yayarak, sevdalılarına cilveler yapıp durmuştur. En nefis elma ile kirazın ve en güzel gülün yetiştiği bu diyarda yetişen kız da elbet güzel olacaktır.
Halk Oyunları ve Giysileri 
          Yöre, halk oyunları yönünden çok zengin ve değişik özelliklere sahiptir. Yörenin coğrafyası Anadolu'nun iç kesimlerini Akdeniz'e bağlaması, halk oyunlarına da yansıyarak bir geçiş yöresi özelliği taşımaktadır.
Yöre, halk oyunları yönünden iki belirgin özellik göstermektedir. Birinci tür oyunlar ağır ve hızlı olmak üzere zeybek oyunları, ikinci tür oyunlar da Teke oyunlarıdır.
İlde oynanan oyunlar genelde tek kadın ve erkek oyunları dizisinde oynanır. Ancak zaman zaman halkalı dizili oyunlara da sık rastlanır. Örneğin serenler zeybeği, bu tür oyunlardandır. Bunun yanı sıra Teke oyunlarının karşılamalı ve alacalı dizide oynandığı da görülmüştür.
1. Zeybek Oyunları:
Zeybek türü oyunlar, daha çok dokuz olarak tartımlıdır.
Oyunlar kol, bacak ve gövde hareketlerine göre düzenlenmiştir. Oyunlarda haykırışlar, birdenbire sıçramalar, yere el atma ve diz vurmalar görülür. Yörede ağır zeybek olduğu gibi hızlı zeybeklerde görülür.  Genellikle erkek oyunu olarak bilinen zeybekler, yörede kadınlar tarafından da oynanır.  Şarkîkaraağaç ve Yalvaç yörelerinde parmak şaklatarak, damak çatlatarak oynanan ağır ve hızlı zeybekler vardır. Zeybek oyunları genelde yürümeyle başlar. Burada tartım bedene alınır.  İkinci yürümeden sonra diğer hareketlere geçilir. Saldırma, atak hareketleri, diz üzerine düşme, diz üzerinde yürüme takip eder, oyun sona erer. Yörede oynanan ağır ve hafif zeybek türü oyunlar şunlardır.
Ağır Zeybek, Al Yazma, Ardıçtandır Kuyuların Kovası, Asi Zeybek, Ay Doğar Ayan Meyan, Badılcanı Doğradım, Çayıra Serdim Postu, Evlerinin Önü Mersin, Gelin Kaynana Kavgası, Haymanalı, Jandarma, Kabir Arası (Kazım Ya Da Kara Kara Zeybek), Merdiven Altında, Osman Zeybeği, Pembe Girebimin Oyası, Sarı Zeybek, Serenler, Tavuk Gıdaklaması...
Yörede oynanan en tanınmış oyunlar şunlardır: Serenler Zeybeği, Al Yazma, Hatcem, Osman Zeybeği.
2. Teke Oyunları
Teke, Türkmenlerin oynadığı oyunlardır. Yörede Teke oyunları Sütçüler tarafında yaygın bir durumdadır. Bu oyunlardaki figürler ile "Teke" adı verilen erkek keçiler arasında bir bağlantı görülür. Keçinin hareketlerini yansıtan oyun figürleri; sekme arkaya dönerek kaçma, ani sıçrayışlar, tekenin kızdığı zamanlar kıç atışı şeklindedir.
Teke Oyunları, önce gurbet havası denilen uzun hava ile başlamakta, daha sonra yüksek bir hızla oyuna girilmektedir. Eskiden oynanan teke oyunlarının başlangıcında Yörüklerin parmaklarını gırtlaklarının üzerine bastırarak, bastırma güç ve yerlerini değiştirerek çıkarttıkları sesin oluşturduğu boğaz havalarına da rastlanılırdı.
Yörede oynanan halk oyunlarının tespit edilenlerinin isimleri şöyledir.
A Yarim Oynasın Da Oynasın, Ağır Zeybek, Ali Kavak Kesiyor,  Al Yazma Zeybeği, Ardıçtandır Kuyuların Kovası, Avşar Zeybeği, Aykırı Oyun, Bahçelerde Mor Beni, Boğaz (Hada), Cezayir, Çamdan Aldım Sakızı, Doğru Oyun, Düz Zeybek, Eğri Oyun,  Emmiler, Et Aldım Elim Yağlı, Ferayi Zeybeği, Gabardıç, Gakgili, Gıcır Gıcır, Hatçem, Haymanalı, Jandarma, Kabak, Karamanlı, Kesinti Zeybeği, Kezban Yenge, Koca Ceviz, Korunun Düzü, Köroğlu, Limonun Sulandı, Osman Zeybeği, Sallama, Sarı Zeybek, Sepetçioğlu, Serenler, Siyah Makarada İpliğim, Tavuk Gıdaklaması, Yayla Oyunları, Yürüme, Zambak Oyunu.
ISPARTA HALK OYUNLARI GİYİMLERİ
A) Kadın Giysileri: Genellikle köylerde basmadan ya da ipekten yapılmış bir şalvar, üç etek, mintan ve kutmiden oluşan bir kıyafet giyilir. Başta fes tepelikli olarak kullanılır. Fes üzerine yörelere göre değişiklik gösteren beyaz, oyalı, kulak kenarından tutturulmuş sarı iri pullu yazmalar bağlanır. Fesin uç kısmında bazı yörelerde "alınlık" denilen bir sıra altın bazı yörelerde de "vurgun" denilen gümüş gerdanlık biçimindeki takılar takılır. Alınlık ya da vurgunun olmadığı hallerde, fes üzerine altın veya gümüş paralar takılır. Üste ipek çitariden yapılmış, üzeri sim sırma işlemeli, yandan yırtmaçlı üç etek giyilir. Üç eteğin içinde genellikle al kumaştan yapılmış, boyuna kadar kapalı mintan şeklinde "sıkma"denilen bir gömlek giyilir. Üç etek üzerine kollu, bol ve üzeri kumaşla sıkılan, kutmi denilen kumaştan yapılmış, üzeri sırmalı bele kadar inmeyen kebe (kısa yelek) giyilir. Üç etek altında bol, ayak bileklerini açık bırakan genellikle al rengin hakim olduğu uçkurlu şalvar giyilir. Bele bazen tek taraflı üçgen sallama yapılarak şal kuşak bağlanır. Bazen de gümüş kemer takılır. Ayakta, işlemeli yün çorap ve dolamalı çarık bulunur. Zaman zaman da çarığın yerini mes alır. Boyunlarda altın, kollarda bilezikler görülür. Üç eteğin önünde bir içlik bulunur.  
B) Erkek Giysileri: Başta kırmızı, bazı yörelerde ise beyaz renkli bir fes ya da takke bulunur. Fesin üzerinde siyah rengin hakim olduğu "buldun" denilen bir poşu bağlanır. Üstlerine kollu, kol ağızları, sırtı ve ön yüzü bol işlemeli cepken giyilir. Cepkenler genellikle siyah ve koyu mavi renktedir. "Menevrek" denilen kara koyun yününden yapılmış uçkurlu bir şalvar giyilir. İçte "alaca"dan yapılmış önden ya da yandan düğmeli, yakasız mintan vardır. Bu mintan şalvarın ve kuşağın içine alınır. Yün ya da pamuk kumaştan dokunmuş üzerinde koyu renkli yollar bulunan beyaz benekli kırmızı rengin hakim olduğu bir kuşak sıkıca bele sarılır. İçte uzun paçalı don, yün içlik vardır. Ayağa yün çorap giyilir. Zaman zaman çorabın rengi mor da olabilir. Ayağa deriden dolamalı bir çarık giyilir.
Köy Seyirlik Oyunları 
Yörede, daha çok 15-20 yıl öncesinde oynanan oyunlardır. Oyunların oynanma zamanı çiftçilik ve hayvancılık hayatı ile ilgili olarak sonbahar ve kış aylarına rastlar. Umumi olarak "Maşalama" terimiyle oynanan bu eğlenceler türlü şekiller içinde kendilerini gösterirler. Oyunlar ekseriyetle düğün gibi merasimlerde gece ve gündüz oynanmaktadır.
Düğüne gelenler ve katılanlar, oyunların hazırlanıp oynanacağı fikrindedirler. Oyunları güzel oynayanlar ve becerikli olanların bu oyunları yaptıkları görülür. Oyunları oynayanlar ekseriyetle gençlerle, orta yaşlı insanlardır.
Oyunlar açık ve kapalı olmak üzere iki yerde oynanır. Açık ve güneşli havalarda, uygun gecelerde köyün düz veya taşlık olmayan bir meydanıyla harman yerleri, avlular ve bahçeler oyun yerleri olarak seçilir. Kapalı yerler ise, geniş köy odaları veya evlerdir. Köylerde oyun yerlerini oyuncular veya düğün sahipleri hazırlarlar. Geceleyin oynanan oyunlar için meydanlarda ateş yakarak etraf aydınlatılır.
Yörede herkes, bu eğlendirici oyunları ilgi ile karşılamaktadır. Açık yerlerde, meydanlarda oynanan bu oyunlara, davetli olsun olmasın, herkes gelebilmektedir. Oyunları kadınlar ayrı bir tarafta, erkekler ayrı bir tarafta seyrederler. Seyirciler, ayakta veya kilim, taş, ağaç, hasır, dam gibi eşya ve maddeler üzerinde oturarak seyrederler. Kapalı yerlerde ise seyircinin durumu odanın büyüklüğüne ve küçüklüğüne göre değişir.
1. Arap Oyunu: Oyun Ş.Karaağaç’ın Yeniköy Köyü'nde, Senirkent'in Akkeçili Köyü'nde, Sütçüler'in Kesme Kasabası'nda ve Yalvaç’ın Eyuplar Köyü'nde oynandığı görülmüştür. Oyun güz mevsiminde, ateş etrafında 7 kişi ile oynanır. Oyunda davul ve zurna kullanılır.
Oyuncular:
Arap: Erkeklerden birisi Arap olur. Bu kişi yüzünü tencere altı isi veya kurum ile karalayarak boyar. Sırtına eski bir paltoyu ters giyer. Paltonun altına bir yastık sokularak kamburlaştırılır. Başına eski bir foter şapka giyer. Arap, pantolonunun bir paçasını topuğuna bir paçasını dizine kadar kıvırır. Eline bir asa alır, bir ayağına da ipe bağlı bir taş bağlar.
Efeler: Efeler iki veya üç tane gençlerden seçilir. Efe olacak gençler, kendilerine yünden uzun bıyık yaparlar. Başlarına bir sargı sararlar. Gömleklerinin üzerlerine bellerinden kuşak dolarlar. Kuşağın altına kama koyup pantolon paçalarını dizlerine kadar çekip kıvırırlar. Ayaklarına lastik, çarık gibi ayakkabılar giyerler.
Kızlar: Genç erkeklerden iki tanesi kız rolüne girerler. Bunlara fistan giydirilir ve bezden göğüs yapılır. Keçi kılından saç yapılır ve başlarına başörtüsü örterler.
Şeytan: Erkeklerden birisi şeytan rolüne girer. Şeytan, yüzünü Arap gibi karalar. Uzun bir değnek ceketin iki kolundan geçirilip şeytana giydirilir. Şeytan, üstüne son olarak beyaz bir elbise, kafasına kağıttan yapılmış bir külah giyer. Arkasında kağıttan veya çaputtan yapılmış bir kuyruk vardır. Bu kuyruk gazyağı ile yağlanmıştır. Şeytanin görevi ortalığı karıştırmaktır.
Muhtar: Modern kıyafetli kırk yaşlarında bir adamdır.
Oyun: Oyun orta alanda geçer. Arap orta alanda kambur kambur yürüyerek, "Bu köyün ileri gelenlerinden kemkem eden kemik kemireni kim?" der. Arap bu sözü söyledikten sonra bir şahsin yanına gelir ve "Selâmünaleyküm" diyerek ayağına bağladığı taşı sallarken o kişiye vurur. Köyün ileri gelen bu kişisi muhtardır. Arap "Nasılsınız?" der ve bir daha vurur. Bundan sonra Arap, muhtara şunları sorar. "Benim iki tane kızım var. İşte ben köyün sığırını gütmeye geldim. Bunlara birer goca lâzım." Muhtar da "Kızlarını bir görelim." der. Kızlar bundan sonra ortaya çıkar ve çalgı eşliğinde oynamaya başlarlar. Kızlar oynarken efelerden birisi gelir ve oynayan kızlardan birisini alıp götürür. Diğer efe de gelerek kızı o efenin elinden almaya çalışır. Bu esnada vuruşmayı, dayağı anlatan hareketler yapılır. Şeytan da kızların öbürünü kaçırmak ister. Ama ordan birisi ateşten bir parça alıp da şeytanın kuyruğuna değdirirse şeytan yanmaya başlar. Bu durumda şeytan sanki besmele duymuş gibi kaçmaya başlar. Şeytan, halkın içinde bu vaziyette çalgı eşliğinde oynamaya başlar. Arap, kaybolan kızlarını ararken iyice kızar. Kızan Arap, omuzuna bir torba alıp içine kül doldurur. Sağa sola koşarak, avuç avuç külleri etrafına saçar. Bunu yaparken kızlarım kayboldu, çalındı diye feryat eder; fakat, çevredeki seyirciler Arap’ı iyice kızdırmak için kızları çıkartıp getirmezler. Arap, bu sefer kesilmiş bir davarın kellesini torbaya katarak getirir. Arap, "Kızlar bulunduysa bulunur, bulunmadıysa valla kelle torbada." der. Pat diye kelleyi ortaya atar ve millet Arap’ın bu hareketine gülüşürler. Sonra kızlar bulunup getirilir ve oynattırılır. Oyun bundan sonra biter.
2. At Oyunu: Keçiborlu ve Yalvaç ilçelerinde oynanan bu oyunda, bir hayvan kafasının iskeleti bulunur. Bu kafa bir ağaç sopaya bağlanır. Kafa ve sopanın üstüne genişçe bir çarşaf geçirilir. Kafaya gelen bezin üstüne göz işaretleri yapılır. Çarşafın ön ve arka tarafına iki kişi girerek at görünümünü alırlar. At, çalgı eşliğinde sağa ve sola koşarak oynar.
Oyunda at yerine bacakların arasına sopa koymak veya at şekline bürünmek eski Türklerin Şaman dininde de görülen bir unsurdur. Bu geleneğin halen devam ettiği görülmektedir.
3. Davar Kesme Oyunu: Oyunda bir oyuncu, kasap, bir oyuncu kasap yardımcısı ve bir oyuncu da kurban rollerini alırlar. Kurbanı/Davarı kesmek için yere yatırılır ve bağlanır. Bıçağın ters tarafıyla keser gibi yapılır. Davarı yüzmek için pantolonun bir paçasından oklava sokulur. Tam üfleneceği sırada bir teneke su buradan boşaltılır. Oyun gülüşmelerle sona erer.
4. Deve Oyunu: Düğünlerde, meydan yerinde oynanan bir güldürü oyunudur. Hemen hemen bütün yörede bilinen bu oyun özellikle Ş.Karaağaç İlçesi'nde, Senirkent Akkeçili Köyü'nde, Yalvaç ve Keçiborlu İlçeleri'nde oynanır. Ancak oyunu oynayanların çok yaşlı olması ve yerine gençlerin yeni oyuncular olarak yetişmemesi oyunun canlılığını yitirmesine sebep olmaktadır.
Oyun için 2,5 metre uzunluğunda bir ev merdiveni kullanılır. Merdivenin üstüne iki tane "sele" veya "keletir" denilen naylon alet konularak hörgüç yapılır. Üstlerine oyuncuların ayaklarına kadar haba, kilim örtülür. Ölmüş bir eşek kafası dirgenin çatal ucuna monte edilip bağlanır. Ağzına sicimli gem, yular vurulur. Yuların ucu arkadakinin eline verilir. İpi çekince ağız açılır, bırakınca kapanır. Devenin başı kumaşlarla örtülüp süslenir. Deve boncuğu, çan, mavi boncuk, el işlemeleri gibi eşyalarla deve süslenir. Bu merdivenin içine iki kişi girer ve deveyi canlandırırlar.
Oyunda bir deve sahibi vardır. Devenin sahibine "Savram başı" denilir. Devenin sahibi normal günlük kıyafetli olur. Ş.Karaağaç İlçesi Karayaka Köyü'nde devenin bir de yavrusu yapılır.
Oyun: Devenin sahibi köye tuz satmak için gelir. "Tuzcu geldi" diyerek devesiyle ortaya gelir. Sonra "Ben uzak yerden geldim. Devem acıkmıştır. Onu salıyorum herkes bağını, bahçesini, evinin kapısını örtsün" der ve deveyi serbest bırakır. Deve davul ve zurna, saz eşliğinde oynar ve seyircilere saldırarak onları korkutur, ısırmaya çalışır. Deve sahibi bir müddet sonra devesini ıhtırır ve dinlenir. Sonra Savram başı gitmek ister. Devesini kaldıramaz. Bunun üzerine devenin üstüne su dökülür. Islanan deve çabuk kalkar ve oyun burada biter.
5. Kalaycı Oyunu: Oyun Yalvaç İlçesi Eyüpler Köyü ile Keçiborlu İlçesi'nde ve Merkez İlçe Kayı Köyü'nde tespit edilmiştir.
Oyunda kalaycı, çırak, körük ve haberci gibi erkek oyuncular rol alır. Körük, oyunu bilmeyen veya şakaya tahammülü olan bir kimsedir. Oyunda ayrıca bir eşek bulundurulur. Oyuncuların hiçbirisi makyaj yapmamaktadır. Yalnız körük olacak kişiyi eşeğin üzerine bindirerek hazırlarlar. Çıplak bir eşeğe körük rolünü alan kişiyi bindirirler. Adamın ayakları Hayvanın karnının altından sıkıca bağlanır. Sonra ceketin iki kolundan geçmek suretiyle bir değnek sokulur ve adam kıpırdayamaz hale getirilir.
Oyun: Haberci "Köye kalaycı geldi" diye ilan eder. Kalaycıya kaplarını kalaylatmak isteyenler, getirirler. Kimi küflü tencere, kimisi dibi delik leğenler, kazan, çanak, çömlek, kırık testi gibi kapları kalaycıya getirirler. Kalaycı bunları kalaylamak için körüğü ayarlar. Bir kabın içine kül ile kurumu karıştırır. Mala ile kapları külle kalaylıyormuş gibi yapar. Bu esnada, babasının öldüğü haberi gelir fakat kalaycı aldırmaz. Çalışmalarına devam eder. Sonra annesinin ölüm haberi gelince kapları, kalayı bırakır ve çırağına "Sıva körüğü gidiyoruz" der çırak ise tastaki kurumlu külü alarak bir, eşeğin kuyruğu altına ve bir de körüğün yüzüne sürer. Bu durum karşısında körük "Kurtarın beni" diye bağırarak feryat eder. Oyunu izleyenler gülerler.
6. Keloğlan'ın Evlenme Oyunu: Oyun Yalvaç İlçesi'nin Eyüpler Köyü'nde tespit edilmiştir. Oyun için erkek pantolonu ile gömleğin içine ot ve saman doldurulur. Pantolon oyunu oynayanın arka bel kısmına bağlanır. Gömleğin iki kolundan bir değnek geçirilir ve üzerine ceket giydirilir. Bu da, oyunu oynayan kişiye göbek kısmından bağlanır. Kafa için ise bir sopanın ucuna bezler, kafa büyüklüğünde sarılır. Üzerine beyaz bir çuval geçirilerek ağız, göz, burun, kaş işaretleri yapılır. Bu da gömleğin içindeki otun içine saplanarak "Baş" hazırlanır. Başa ayrıca bir şapka giydirilir.
Oyun: Oyun çalgı eşliğinde oynanır. Oyuncu söze:
"Keloğlan burada oynayacak
Elleri de güzel güzel kaynayacak"
diyerek başlar ve çalgı eşliğinde dans eder. Sonra Keloğlan ile babası arasında konuşma başlar. Oyuncu hem Baba rolünü hem de Keloğlan rolünü gerçekleştirir. Bu konuşmalardan bir bölüm şöyledir:
"Yok gardaşım yok olamaz. Olamaz lan, olamaz. Birden bire ne lan evlenmek. Lan askere bir get gel o zaman tamam mı? Ben bile askere gettim, geldim de öyle evlendim. Anladın mı? Koca öküzün gaval dinlediği gibi dinleme yumruğu vurdukça da sinirlenme. Anladın mı? Hıı.. Ben eski bildiğin Daş kafayım, boş kafa değilim..."
Oyun çeşitli günlük konuşmalar içerisinde devam eder. Seyredenler konuşmaları duydukça gülerler. Oyun Keloğlan’ın evlenememesiyle biter.
Yörede eskiden daha çok oynanan halk tiyatrosu oyunları günümüzde artık kaybolmaya yüz tutmuştur. Bugün düğünlerde eğlenmek amacıyla yapılan uygulamalar daha çok güreş, köpek dövüşleri ve halk dansları şeklinde cereyan etmektedir. Bu seyirlik oyunların kaybolmasında sebep olarak oyunları oynayacak yeni kişilerin arkadan yetişmemesi, zevk ve eğlence anlayışları ile hayat şartlarının değişmesi en başta gelen sebeplerdir
Isparta Türküleri hakkında... 
Isparta halk müziğine ait ilk bilgi ve türkü metinlerine, Ispartalı Hakkı tarafından Türk Yurdu Dergisinde 1916, yılında yayımlanan “Köyümden Geliyorum” adlı makalesinde rastlanılmaktadır. Daha sonra 1930 yılından itibaren Tevfik Turan, Sait Demirdal, H.Turhan Dağlıoğlu, Naci Kum, Etem Ertem, Nuri Katırcıoğlu, Numan Yılmaz gibi bazı araştırmacılar tarafından türkü metinleri derlenmiş, bu türkülerin yer aldığı gelenek ve göreneklerle ilgili bilgiler toplanarak Halk Bilgisi Haberleri ve Ün Dergilerinde yayımlanmıştır. Bu makalelerde düğünlerde, sohbet ve gezeklerde, bağbozumu ve gündönümü şenliklerinde, yağmur duâsı gibi törenlerde yer alan türküler bulunmaktadır. Ayrıca Isparta Valiliğince 1932 yılında hazırlanıp, 1999 yılında bastırılan Isparta Vilâyeti İdare Coğrafyası adlı kitapta, 1939 yılında Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nun yörede yapmış olduğu ağız araştırmalarında bir çok türkü metnine rastlanılmaktadır.
            Isparta’da, planlı olarak türkü derlemeleri ve notaya alınma çalışmaları ilk kez 1942 yılında, Ankara Devlet Konservatuarı tarafından Halil Bedi Yönetken başkanlığında, Muzaffer Sarısözen ve Rıza Yetişen’den oluşan derleme ekibince gerçekleştirilmiştir. Ankara Devlet Konservatuarının 1942 yılında yaptığı bu derlemeleri Halil Bedi Yönetken değerlendirerek Ulus Gazetesinde samahlar üzerine bir makale şeklinde aynı yılda yayınlamıştır.
            Isparta’da 1968-1970 yılları arasında Yeni Ün adı ile yayınlanan dergide bazı araştırmacılar tarafından yapılan folklor çalışmaları sonucunda elde edilen türkü metinleri yayınlanarak halk müziği derlemelerine katkıda bulunulmuştur.
            Isparta’da, 1990 ve 1999 yıllarında Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğünce (HAGEM) yapılan planlı halk kültürü derlemeleri çerçevesinde halk ezgileri derlenmiş ve Folklor Arşivine kazandırılmıştır. Bu derlemlerin bantları HAGEM Arşivinde B.90.0150-161 ve BVB.99.0010-12 numaralarda bulunmaktadır. 1990 yılında yapılan halk kültürü derlemelerinde yöreden 54 ezgi derlenmiştir. 1999 yılı derlemelerinde ise Gönen Gümüşgün Köyü’nde 21 Mart Nevruz Cemi törenleri tespit edilmiş ve cem törenlerinde icra edilen halk müziğinin nasıl yer aldığı açıklanmıştır. Ayrıca İl Kültür Müdürlüğü bünyesinde görev yapan Folklor Araştırmacısı tarafından, 1990 yılından itibaren yörede her yıl yapılan planlı halk kültürü araştırma ve derleme çalışmaları sonucunda bazı türkü metinleri ezgili olarak derlenmiştir.
            Göller Bölgesinin zengin halk müziği değerlerini araştırmak, belgelemek ve bu doğrultuda bir arşiv oluşturmak amacıyla Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı olarak 1996 yılında Müzik Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi kurulmuştur. Sözkonusu Merkez, folklorumuzun hızla değişime uğrayarak yozlaştığı gerçeği ile, alan çalışmasına dayalı müzik incelemesi yöntem ve tekniklerini kullanarak, doğal ortamdan toplanan verileri dijital ortamda belgelemektedir. Bu düşüncelerle, 1998-2000 yılları arasında "Teke Yöresi Halk Müziği Çalgılarının ve Çalgı Yapımcılarının Saptanması, Teke Yöresi Çalgılarından Oluşan Müze Oluşturulması" başlıklı projeyi, 2000-2001 yılında "Teke Yöresi Halk Müziği Çalgılarından Kabak Kemanenin Etnomüzikolojik Açıdan İrdelenmesi, Verilerin Audio - Video CD 'de Arşivlenmesi ve Mevcut Çalgı Belgeliğinin Geliştirilmesi" başlıklı projeleri tamamlamıştır. Müzik Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezinde kayıtlı bulunan derleme ezgilerinin isimleri şunlardır:
            Gülüm gonca gül iken soldurdu felek (Gurbet), Karacaoğlan (Gurbet), Kaval ile gurbet açış, Güle çıktım gülmedim, Sıra sıra karpuzlar, Boğaz havası (Hada), Taş başında yatan oğlan (Sözlü Hada), Çıktım çamın doğrusuna (Sözlü Hada), Atlar oynar eşiğinde (Ninni), Adı güzel yavrum nenni (Ninni), Kız anası kara yasta (Kına Havası), Isparta'nın kestanesi (Gelin Okşama), Al gelin kınan kutlu olsun (Gelin Okşama), Merdiven altında tavuk gıdaklar, Karşıdan geliyor (Gelin Okşama), Erik dalı gevrek olur (Gelin Okşama), Annem ağlasın (Gelin Okşama), Karlı dağlar ninni (Ninni), Yük üstünde halıyım (Kına Havası), Basma da fistan giyemem aman, Fotin bağım çözüldü, Gatıranlar gatıranlar (Teke Zortlatması), Çitten çite atladım, Daş dibinden çıkar suyun koyusu, Bize gidelim (Hüseyin Karatürk Bestesi), Böyle diyar bulunur mu? (H. Karatürk Bestesi), Kırklar samahı, Korunun düzünde koyun yayılır, Ali kavak kesiyor (Oyun Havası), Muhabbet gölünün olsam şarabı, Ben bir Yörük gızıydım, Ağla garip anam, Söyle tabip söyle (A.Göçer Bestesi), Yüksek hava (Kaval), Karabüklü (Kaval), Doa (Kaval), Karabüklü (Doa), Yüksek hava (Bağlama), Doa, Kınalı keklik daştan daşa yürüdü (Doa), Karlı dağın ardındayım (Doa), Döndü Şen Doası, Abacılar yokuşu, Erik dalı, İnce Memet, Şahin idim de çıktım beyler, Ardıçtandır guyuların govası, Kazımım zeybeği, pencereden kar geliyor (Gurbet), Kaval açış, Ne kötü kaderim var imiş benim (Gurbet), Bu meclis erkanıdır (Nefes), Hz. Ali (Nefes), Muhammed Ali'yi candan sevenler (Duaz), İmam Hüseyin (Mersiye), İmam Hüseyin ağıtı, Pir Sultan Abdal duaz, Şu karşıki yayla (Nefes), Bakmaz mısın şu dağların karına (Koşma), Dertli İsmail nefesi, Muhammed Ali Dergahına gel, Yolumuz Oniki İmama çıkar duaz, Gel gönül gel hazır burada dost (Nefes/Koşma-Hatayi), Kal evimiz kal (Gelin Okşama), Evlerinin önü mersin, Viraneler gibi çökerttin (Samah), Nedendir kömür gözlüm (Samah), Jandarma zeybeği (Kıvrak Zeybek), Bici bici leblebici (Kadın Oyun Havası), Ettin nasihatleri (Yakış), Şerif götürdü de kurdu çadırı (Ağıt).
TRT repertuarına kayıtlı Isparta türküleri ise şunlardır:
Ardıçtandır guyuların govası, Ay doğar ayan beyan, Ayletmen gelini yazık, Badılcanı doğradım, Bahçalarda üzerlik, Bak şu da kaşın karesine, Birini yavrum birini, Çayır çimen geze geze, Çayır serdim postu, Evlerinin önü bulgur dibeği, Evlerinin önü mersin, Evlerinin önü nane, Gıcır gıcır gelir yarin kağnısı, Kiraz dalda dört olur, Koyun sürdüm yamaca, Şu gelen atlı mıdır, Yeşil ipek bükeyim, Alıverin dabancamı doldurem, Daşlı tarla ayrıklı, Garlı dağın öte yüzü, Şu Aydın'ın uşağı gevşek bağlar kuşağı, Ayva dibi serin olur, Ayva dibi serin olur yatmaya, Karakaş boyanır mı?, Leylek gider yuvasına, Yeni Camii önünde bir uzun selvi, Şu dağlar olmasaydı, Güle düştüm gülmedim, N'olmuş benim ağam n'olmuş?, Ali kavak kesiyor, Daşa vurdum bir depme, Durnam ne diyardan geldin yalınız, Evlerine vardım ağşam, İki bülbül konmuş dağlar başına, Gatıranlar gatıranlar, İncecik bulgur musun?, Ben havada uçarıdım, Erik dalı gevrek olur, Harmana kuyu kazdım, Kuyunun Sereni, Merdivenin altında tavuk gıdaklar, Neşelidir deli gönlüm neşeli, Tabakam tütün dolu, Ayva dibi serin olur yatmaya, Dersanenin önünden doğruca geçtim, Şu derede değirmen, Ayletmen gelini yazık, Şu derenin uzunu, Kesinti zeybeği, Daşlı tarla ayrıklı (Gakgili havası).
Isparta Halk Müziğinin Özellikleri: Akdeniz bölgesinin (Isparta, Burdur) halk müziği, bir bütünlük arz etmektedir. Bölge, Akdeniz kıyıları ile İç Anadolu, Ege, Marmara bölgeleri arasında bir köprü görevini görmektedir. Bu sebeple, ilde zengin bir halk müziği varlığı oluşmuştur. İlin Akdeniz, İç Anadolu, Ege bölgeleriyle ortak ezgileri bulunmaktadır. Alevî-Tahtacı inancına bağlı köylerde yaşayanlar, yörenin halk müziğine ayrı bir renk vermişlerdir. Ayrıca Kafkasya, Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan’dan yöreye yerleştirilen Türk göçmenler, bölgenin halk müziğine, halk oyunlarına yeni katkılarda bulunmuşlardır.
            Halk kültürünün konuları olan doğum, sünnet, evlenme, ölüm, asker-hacı uğurlama ve karşılama ile ilgili gelenekler, gezek-sohbetler, mesire yerlerindeki eğlenceler, seyirlik ve çocuk oyunları, dinî ve geleneksel bayramlar, nevruz-hıdrellez gibi kutlamalar, bağbozumları, gül toplama, halı dokuma gibi işler, halk şairleri (âşık) Isparta halk müziğini besleyen, yeni ezgi ve türkülerin oluşmasını sağlayan kültürel unsurlardır.
            Isparta halk ezgilerini kırık havalar, uzun havalar, karma havalar sınıflandırması açısından bakıldığında kırık havaların çoğunlukta olduğu görülür. Yörede uzun havalara “Gurbet Havası” veya sadece “Gurbet” denildiği gibi “Guval” da denilmektedir. Bağlama veya kemane ile bu havaların özelliğine uygun 5 veya 7 zamanlı ezgiler çalınır. Avşar Beyleri en tanınmış gurbet havalarıdır. Gelin ve güvey okşamaları da uzun hava niteliğindedir. Ağıtlar, ninniler, Garip ve Kerem ayağındaki ezgiler yörede “Guval-Gurbet Havası” olarak okunur. Ağıtlara yörede “yakım” denilmektedir. Gurbet havalarının hemen ardından Teke Zortlaması gibi hareketli, kırık havalara geçilir.
            Yöredeki ezgiler dinsel (dinî) ve din dışı diye iki şekilde ele alınarak bakıldığında, Cem törenlerinde Pir Sultan, Kul Himmet, Hatâyî gibi Alevî inancına bağlı şairlerden deyişler, duvazların okunduğu ve samah dönüldüğü görülmektedir. Sünnî inancına bağlı topluluklarda ise düğünlerde, kutsal gecelerde, mevlitlerde ilâhiler söylenmektedir.
            Isparta halk müziğinde Yahyalı Kerem dizisinin çeşitli derecelerinden başlayıp karara giden ezgiler çoğunluktadır. Garip, Kerem, Yanık Kerem, Misket ayarlarında söylenen türküler bunlara örnektir. Bir takım türkülerde bir ayaktan öbürüne geçişteki ustalık dikkat çekicidir. Evlerinin Önü Mersin, Gıcır Gıcır Gelir Yarin Kağnısı bu ezgi yapısındadır. Bunun yanı sıra yaygın olarak kullanılan 2+2+2+3=9 ve 2+3+2+2=9 zamanlı türküler de bulunmaktadır. Bundan başka 2, 3 ve 4 zamanlılar ile 5 ve 7 zamanlı türkülere de (gurbet havalarının saz bölümleri) rastlanılmaktadır. Zeybek, Teke Zortlaması, Gakgili, Dattiri ve Dımıdan havaları 9 zamanlıdırlar.
            Yöre ezgileri, halk arasında Zeybek, Gurbet Havası (Guval), Yakımlar, Teke Zortlaması, dımıdan, dattiri, Gakgili, Okşama, Boğaz Havası, Oyun Havası, Samah, Deyiş şeklinde sınıflandırılmaktadır.
Zeybek: Hem türkü olarak söylenen hem de oynanabilen ezgilerdir. İl merkezi ile Gönen ve Keçiborlu gibi İç Ege’ye açılan ilçelerde ağır zeybekler ön plandadır. Ağır zeybeklerin 9/4’lük, bazen de 9/2’lik ölçüler taşıdığı görülür. Serenler, Evlerinin Önü Mersin, Ardıçtandır Kuyuların Kovası, Kâzım’ım ağır zeybeklerdendir. İlin diğer yerlerinde ve kadın eğlencelerinde ise hafif zeybekler söylenip, oynanır. Şu Gelen Atlı mıdır?, Şu Aydın’ın Uşağı, Ay Doğar Ayan Beyan, Sarı Zeybek, Haymanalı, Hatçem, Çayıra Serdim Postu, Merdiven Altında Tavuk Gıdaklar 9/8’lik ölçünün hakim olduğu zeybeklerdir.
Gurbet Havası: Uzun hava türündeki bu ezgilere “Guval (Kaval)” veya sadece “Gurbet” de denilir. Guvaldan sonra çok hızlı bir tempoda oynanan zortlatmalara geçilir. Toroslardaki Yörükler ağıt, ninni ile Garip, Avşar, Kerem ayağındaki ezgileri “Guval” olarak okurlar. Guval’dan sonra çok hızlı ritimdeki zortlamalara geçilir. Teke Zortlatmaları için çok hızlı olmaları nedeniyle özel bir tezene tavrı geliştirilmiştir. Bu tavır, 9/16’lık bir tartımdadır ve 9/16’lığın tüm varyasyonları görülür.
Yakım: Yörede ağıtlara “Yakım” denilmektedir. Boğulan Gelin, Yaralandım, Al Başlı Gelin, Yaran Sürmeli Mehmet, Camız Süsen Gelin, Gerdekte Ölen Güveyi, Deryalar Yüzünde Bir Yeşil Direk, Beni Vuran Amcaoğlu, Süpürün Damları Osman Geliyor, Demir Parmaklıktan Bakar Bakar Ağlarım, Fadimem Fadimem Tombul Fadimem, Bu Gençlikte Ölüm Bazan Zor gibi türküler gurbet havaları içinde yer alan türkülerdir.
Teke Zortlaması: Genellikle Anadolu’nun güney bölgelerinden başlayarak, Toros dağları boyunca uzanan ve İçel, Antalya, Burdur, Isparta, Denizli, Afyon, Muğla illerini içine alan yöreye “Teke Yöresi” denilmektedir. Bu bölge, Hamitoğulları Beyliğinin bir kısmı olan Teke Beyliği’nin yönettiği topraklar olması nedeniyle Teke yöresi adı verilmiştir. Bu bölgenin havalarına “Teke Havası”, oyunlarına da “Teke Oyunları” denilmektedir. Bunun yanı sıra yörenin oyun ve ezgilerinde Tekenin hareketleri yansıtıldığı için de “Teke Yöresi” denildiği ileri sürülmektedir. Ezgilerin ritimleri çok hızlıdır. Teke Zortlatmaları, iki bölümlüdür. Yellemede, oyun, yürük olarak başlar ve hoplatmadan aynı ezgi ile hızlanarak devam eder. Teke Zortlatmalarında ağırlama bölümü yoktur. Oyunlar bu nedenle tek bölümlü havayı anımsatırlar. Zortlatmalar çoğu kez sözlüdür. Teke Havaları, bağlama ile ne kadar hızlı çalınırsa çalınsın oynanacak hıza ulaşılamamaktadır. Aynı durum büyük kaval için de geçerlidir. Bu nedenle Sipsi ve Çift Kaval (çifte) kullanılır. Teke Zortlamaları Türk Müziğindeki Ağır Aksak (2+2+3+2), Aksak (2+2+2+3), Raks aksağı (2+3+2+2) ve Oynak (3+2+2+2) olarak bilinen dokuz vuruşlu bileşik ölçülerin 9/16’lık türüne girmektedir. Teke Zortlamalarının “Dımıdan”, “Gakgili” ve “Dattiri” adları verilen çeşitleri bulunmaktadır.
Dımıdan: Teke yöresi Türkmenlerinde kadınların leğen dibi döverek oynadıkları Teke Zortlamalarıdır. (2+2+2+3) ölçüsü hakimdir.
Dattiri: Yörede zortlamaların daha yürük (hızlı) olanlarına bu ad verilmiştir. Çalgı ile çalınamayacak derecede ritimleri hızlı olduğundan Boğaz Havasıyla eşlik edilirler. Kadın oyunları olup, (2+3+2+2) ölçüsü hakimdir.
Gakgili: Teke yöresinde Dattirilerin çalgı ile çalınmasına verilen addır. Çalgı ile çalındığı için daha ağırdır.
Okşama: Yörede kadın oyunlarına verilen addır. Zil Okşaması, Gelin-Güvey Okşaması, Davul Okşaması, Kına Okşaması, Sağdıç Okşaması gibi türleri vardır. Gelin-Güveyi okşamalarında övme, övünme duygusu hakimdir. Okşamalar, ağır ve yürük olmak üzere iki biçimde oynanır. Garilom, Gabardıç, Sağdıç Dolanması gibi oyunlar yürük, diğer okşamalar ise ağırdır. Kadın meclislerinde okşamaları defçi kadınlar çalıp söylerler. Teke oyunu olarak tanınan okşamalar, bazı bölgelerde zeybek olarak sayılmaktadır. Isparta, Yenice, Eğirdir gibi yörelerde bu ad verilir.
            Yörede, ayrıca zeybek oyunlarının yanı sıra samahlar da oynanmaktadır. Isparta’nın çeşitli yerlerinde yerleşen Tahtacı ve Abdalların da, açık olmayan ve kendilerine has ayinlerinde (cemlerinde) oynadıkları oyunlar “Samah” ya da “Semah” olarak adlandırılır. Semahlar bağlama ve bazen de kemanenin eşliğinde, çoğu kez deyiş veya nefeslerin söylendiği, o esnada daha ziyade gençler olmak üzere kadınlı erkekli çiftlerde oluşan gurupların belli bir düzen içinde oynadıkları dini rakslardır. Isparta’da, özellikle düğünlerde kadın kına gecelerinde veya erkeklerin kendi aralarında bir araya geldiği güvey okşamalarında oyunlar oynanarak yaratılan eğlenceye yine “Samah” denilir. Ancak ayin veya dini raks samahları ile bir ilgisi yoktur. Bazı gelin okşamalarında, mısra sonlarında "hı, hı, hıı" ve "ay babam /anam / ağabeyciğim/ kızım/ hı, hı, hıı" gibi ifadelere rastlanmaktadır. Bu ifadeler ile türküde anlatılmak istenen konu daha acıklı ve üzüntülü bir duruma getirilmektedir. Gelin okşamaları; düğün esnasında, gelin hamamında ve kına gecelerinde bir kadın tarafından söylenmektedir. Bu kadın, gelin ve yakınlarına türküler söylemekle birlikte onların ağızlarından da bu tür türküler söylemektedir. Yörede, güvey okşamaları ise kına gecesinde, bir erkek tarafından kına yakılırken söylenir. Bu türküler ile güvey övülür ve düğününün kutlu olması temenni edilir.
 Boğaz Havası: Teke yöresi Yörüklerinin parmaklarını gırtlakları üzerine bastırarak, bastırma gücü ve parmakların yer değiştirmesi ile elde ettikleri ezgilerin tümüne verilen addır. “Boğaz vurmak”, “Boğaz çalmak” gibi tanımlamalar da boğaz havasını bir ezgi ile söylemek anlamında kullanılmıştır. Boğaz havaları bazı Yörüklerin dilinde “Hada” ve “Doa” gibi isimler almıştır. Boğaz havalarının yörede özel bir önemi vardır. Erkek çobanların kaval, düdük çalmalarına karşılık kız-kadın çobanlar “Boğaz” çalarlar. Nadiren erkeklerin “Boğaz” çaldıkları da görülür. Yörük çoban kızları dağlarda hayvanlarını otlatırken, birbirleri ile haberleşmek, müzik gereksinimlerini karşılamak, atışmak amaçlarıyla kullandıkları bilinmektedir. Teke yöresinde kaval, boğaz havası biçiminde üflenirse, buna “Nefesleme” denir. Bu tür havalara “Boğaz Oyun Havası” da denir. Boğaz havalarını Yörük boğazları diye anılanlar; Sarı Keçili Kızımın Boğazı, Hayta Kızımın Boğazı, Saçı Kınalı Boğazı, Kocakarı Boğazı, Eski Yörük Boğazı, Guguk Boğazı vb. Yörede, boğazlar çalınırken oyun havalarının arasına ayrıca birtakım üflemeler eklenir (gelmiş, şimdi gelmiş, hoyda, hayda vb.) gibi. Boğaz havaları cura ile çalındığında tezene kullanılmaz, curanın tellerine parmakla vurularak ve teli sap ile parmak arasına sıkıştırarak parmakla teli çekerek ses çıkartılır.
 Kesinti: Sözlü oyunların bitiminde gelen bölüme denir. Bu bölümde yapılan oyunlar şu biçimlerde görülür; Kesinti-sözlü müzik-kesinti, Sözlü müzik-kesinti-sözlü müzik- kesinti, sözlü müzik kesinti sözlü müzik, sözlü müzik-kesinti, kesinti-sözlü müzik-kesinti-sözlü müzik. Kesinti sözcüğü belli bir fasıldaki türkü ve oyunların sonunda, ortasında veya başında çalınan müzik olmak üzere iki anlamda kullanılır. Oyun adı başa eklenerek söylenir, Serenler Kesintisi gibi. Serbest biçimdeki oyun havalarına da aynı ad verilir. Bu durumda kesinti sözcüğü başa gelir. Kesinti Havası, Kesinti Zeybeği gibi.
Kaydalama: Teke oyunlarında keklik gibi sekerek yürümek, kanat çırpar gibi el çırpma, eğilerek dönme ve yer değiştirme ile yapılan oyunlara “Kaydalama” adı verilir. Kadınlar arasında, iki kişi ile ve def vurularak oynanır.
Deyiş: Alevî-Bektaşî geleneğinde, uluların, dedelerin, babaların ve Pîr Sultan, Kul Himmet, Hatayî gibi şairlerin müzik eşliğinde söylenen şiirleridir. Cem törenlerinde mutlaka deyişler okunur.
            Isparta sözlü ezgilerinin konuları aşk, doğa, hayvan ve çocuk sevgisi, meslek aşkı, yiğitlik, gurbet, ölüm, erken ve ani ölümlerde duyulan acı, övgü, yergi, kutsal değerlere bağlılık, Allah-Muhammed-Ali sevgisi gibi konulardır.
Isparta Halk Müziğinde Kullanılan Çalgılar: Yörede halk müziği ve oyunlarında tezeneli sazlardan divan, cura bağlama, tanbura çalınır. Cura, parmakla “şelpe” tekniğiyle de çalınır. Bağlamalarda “Bozuk” veya “Bağlama” düzeni yaygın olarak kullanılır. Zeybekler çalınırken “Zeybek Tezenesi, Teke havaları çalınırken de “Teke Tezenesi” denilen tezene vurma tekniği kullanıldığı görülür. Tahtacılar arasında düzenlenen cemlerde genellikle iki bağlama, bir cura, bir de kemane bulunur. Yaylılar içinde kabak kemane ve kemane (Kıbrıs Kemanesi) kullanılır. İnce saz takımında Avrupa Kemane yer almaktadır. Üflemeli çalgılardan sipsi, dilli ve dilsiz kaval, zurna yaygındır. Vurmalı çalgılardan erkeklerin çaldığı davul, darbuka yanında kadınların çaldığı def (zilli, zilsiz) dümbelek leğen, şişe, bardak, kaşık başlıca çalgılardır. İnce saz takımında klarnet de yer alır. Bu çalgılara kemik düdük ve çifteyi (çifte kaval) de ekleyebiliriz. Düğünlerde imkanı olanlar ud, cümbüş, klarnet, tef, darbuka zilden oluşan çalgıcı takımını tutarlar. Düğünlerde tefçi kadınlar ön planda yer alır. Ancak son yıllarda düğünlerde keman, cümbüş, dümbelek, darbuka çalan kadınlara rastlanılmaktadır.
Isparta Türküleri 
    “TRT, Sesli Yazılı ve Görsel Müzik Arşivinin Tespiti ve Satışa Sunulması” projesi kapsamında, Isparta Valiliği- İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ile TRT İşbirliğince Türk Halk Müziğinin doğru icralarını kayıt altına almak, yozlaşmasını önlemek, gelecek nesillere mevcut kültür mirasını bırakmak, yaşatmak, sevdirmek ve müzik severlere ulaştırmak amacıyla, TRT’nin radyo sanatçıları tarafından seslendirilen “İl İl Türkülerimiz” müzik albümü doğrultusunda 3 CD ve 50 Türküden oluşan “Isparta Türküleri CD” si hazırlanmıştır.
    Çeşitli müzik marketlerde satışa sunulmuştur.
Yapmadan Dönme 
♣ Isparta’dan gülyağı, gülsuyu, gül kremi, gül yapraklı gül lokumu, elma cipsi (çıtır elma) ve halı almadan,
♣ Isparta’nın gül bahçelerinde gül toplamadan,
♣ Isparta’nın Kelebek Vadisinde fotoğraf çekmeden,
♣ Isparta’nın nefis fırın kebabından, kabune pilavından ve Yalvaç güllacından yemeden,
♣ Gülbeyaz Davraz Kayak Merkezinde kayak yaparken, Eğirdir Gölünü seyretmeden,
♣ Haziran ayında yapılan Isparta Uluslararası Gül-Halı, Kültür ve Turizm Festivali'ni görmeden,
♣ Isparta ve Yalvaç Müzesini gezmeden,
♣ Aksu Zindan Mağarasında asırların birikimini fotoğraflamadan,
♣ Atabey Ertokuş Medresesinden gökyüzünü seyretmeden,
♣ İslamköy Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesini gezmeden,
♣ Eğirdir’in Canada ve Yeşiladasını görmeden, Yeşilada’da balık yemeden,
♣ Eğirdir Hızırbey Camisini görmeden,
♣ Eğirdir Akpınar Köyüne çıkıp, gölün manzarasını fotoğraflamadan,
♣ Kovada Gölü Milli Parkında ve göllerin kıyısında yürüyüş yapmadan, piknik yapıp fotoğraf çekmeden,
♣ Eğirdir ve Gelendost’un elmasını tatmadan,
♣ Gelendost Ertokuş Kervansarayını gezmeden,
♣ Sütçüler Yazılı Kanyonda Kral Yolunda nehirle birlikte yürümeden,
♣ Sütçüler’in dutunu yemeden,
♣ Şarkikaraağaç Kızıldağ Milli Parkı ve Mavi Sedir Ormanında yürümeden, bol oksijen depolamadan,
♣ Uluborlu’nun kirazını tatmadan,
♣ Yalvaç Pisidia Antiokheia Antik Kentini gezmeden,
♣ Yalvaç Men Kutsal Alanını görmeden,
♣ Yalvaç Çınaraltı’nda oturup sohbet etmeden,
♣ Yalvaç’ın kök boyalı kilimini, el işlemeli deri ürünlerini almadan,
♣ Yenişarbademli Dedegül Dağı’na tırmanmadan, Melikler Yaylası’nda kamp yapmadan,
♣ Yenişarbademli Pınargözü Mağarasından çıkan suda serinlenmeden,
Dönmeyin…
St. Paul (Aziz Paulus) 
“Ben Kilikya’dan Tarsuslu bir Yahudi, ehemmiyetsiz olmayan bir şehrin ahalisindenim”
St. Paul, Resullerin İşleri, ACTS 21: 39

    Türkiye, Hıristiyanlığın en önemli ve kutsal sayılan yerleşimlerinden, kilise ve anıtlarından birçoğuna ev sahipliği yaptığı gibi, Hıristiyanlık tarihi açısından büyük önemi olan olaylara da sahne olmuştur. Bu olayların ilk sırada yer alanlarından birisi de kuşkusuz Aziz Paul’un yaptığı seyahatlerdir. Hem baskı merkezleri olan Kudüs ve Roma’dan uzak hem de dinlerin birbirlerine hoşgörüyle yaklaştıkları bir yer olan Türkiye, Aziz Paulus’un yaptığı bu seyahatler sayesinde Kudüs’te yapılan baskılarla yok olma tehlikesi geçiren Hıristiyanlığın ilk kilise toplulukları halinde ortaya çıktığı ve tüm dünyaya yayıldığı bir köprü haline gelmiştir.

DİNLERİN BULUŞMA NOKTASI TÜRKİYE’DE BİR AZİZ: AZİZ PAUL
    Aziz Pierre ile birlikte erken Hıristiyan misyonerlerinin en ünlüsü ve hatta en etkilisi olarak kabul edilen Aziz Paul’un doğum yeri olan ve aynı zamanda yaptığı tüm yolculuklarda uğradığı, ilk Hıristiyanlık topluluklarını oluşturduğu yerleşimlerin büyük bölümü Türkiye sınırları içerisindedir. Hıristiyanlığın Kudüs’ten Anadolu’ya buradan da Avrupa’nın içlerine yayılmasında en büyük pay kuşkusuz Aziz Paul’undur. Günümüzün en modern ulaşım araçlarıyla bile aylar sürecek olan yolları, karşılaştığı birçok zorluğa rağmen takip etmekten vazgeçmemiş, Hz. İsa’nın öğretilerini gece gündüz demeden korkusuzca yaymış, Roma’nın aşırı tepkisine ve sonunda ölüme gidecek kaderini bilmesine rağmen yolunu terk etmemiştir. Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan’da da yolculuklar yapmışsa de kuşkusuz en çok vakit geçirdiği ve öğretilerini yaydığı, en güney ucundan en batısına kadar neredeyse tamamını dolaştığı yer Türkiye’dir. 2008’de iki bininci yaş gününü kutlayacak bu azizin anısını yaşatan kentler, yollar ve kiliseler Türkiye’nin birçok bölgesine yayılmış durumdadır. Türkiye’ye yapacağınız bir yolculukla bu azizin doğum yerini, dünyanın ilk kilisesinin de arasında olduğu vaaz verdiği çok sayıda kiliseyi, yolculuklarında uğradığı kentleri görebilir, ayak bastığı antik yolları siz de adımlayabilirsiniz.
    Aziz Paul, önceleri Hıristiyan yanlısı olmayan hatta İncil’de ilk başlarda Hıristiyanlara korku salan, onları tehdit eden ve cezalandıran biri olarak tasvir edilir. Ancak Hz. İsa’nın kendisine görünmesinin ardından bir mucize gerçekleşerek gözleri kör olur. Hz. İsa’nın adını diğer uluslara duyurmak için seçildiği kendisine bildirildikten sonra gözleri açılmış, vaftiz olarak Hıristiyan olmuştur. Bu mucizeden sonra Hıristiyanlığın en büyük savunucularından olan ve zorluklarla dolu uzun yolculuklarla Hz. İsa’nın öğretilerini yaymayı başaran Aziz Paul başta Anadolu olmak üzere tüm Akdeniz çevresinde ilk Hıristiyan topluluklarını oluşturmayı başarmıştır. Hz. İsa’nın 12 havarisinden olmamasına rağmen Küçük Asya (Anadolu) havarisi olarak adlandırılmasının nedeni de Hıristiyanlık yolunda verdiği bu hizmetlerdir.
    Aziz Paul’un hayatı ve Anadolu’da yaptığı yolculuklara ilişkin bilgilere Yeni Ahit’in Elçilerin İşleri bölümünde yer verilmiştir. Kendisine Hz. İsa’nın göründüğü 9. bölümden sonrası Aziz Paul’un Hz. İsa adını yaymak için giriştiği yolculuklar ve çektiği sıkıntılarla ilişkilidir ve bu yolculukların büyük bölümünde Türkiye’deki kentlerin adı geçmektedir.

AZİZ PAULUS’UN 1. YOLU (M.S.46-48):
   Aziz Paulus’un hayatında, Kudüs’ten ayrılana kadar yolculuklar görülmez. Paulus’un ve Barnabas’ın görevlendirilmesi İncil’de “Elçiler’in İşleri” kısmında 13. bölümde anlatılmaktadır. İncil’de 13.-21. bölümler Aziz Paulus’un Anadolu’da yaptığı yolculukları, ardından, Roma’da geçirdiği ve yargılandığı günleri anlatmaktadır. Elçileri’in İşleri’ne genel olarak bakıldığında Paulus’un ve çevresinde insanların sürekli haraket halinde, bir kentten diğerine, hatta bir ülkeden başka bir ülkeye gidiş gelişlerine tanık oluruz. Yolculuklarının ön hazırlıkları konusunda bilgi verilmemesinden, bu aşamanın kısıtlı bir süre içerisinde gerçekleştiği, amacın yalnızca Hristiyanlık inancını benimseyen insanların çoğalmasını sağlamak ya da inanmış olan insanların inançlarının başka öğretilerle sarsılmasını önlemek ya da denetim altında tutmak olduğu anlaşılmaktadır.
    Elçilerin İşleri, o dönemki kara ve deniz yolculukları hakkında, ayrıntılı olmasa da, bilgi edinilmesini sağlamaktadır. Metinde Antik Çağ’da denizden yapılan yolculukların, karadan yapılan yolculuklara oranla tercih edildiğine ilişkin bilgiler yeralmaktadır. Kara yolculukları yavaş, rahatsız, pahalı, zahmetli ve tehlikeli olması bunda rol oynar. Deniz yolculukları hava, rüzgâr, iklim koşullarına göre farklı tehlikeler barındırmasına karşın, daha rahat ve karlıdır. Paulus’un deniz yolculuğunun yoğunluğuna bakılacak olursa, kendisinin zorunlu durumlar dışında, kara yolculuğunu tercih etmediği, Perge’den Anadolu’nun iç bölgelerine giderken, doğal olarak karayolunu kullandığı anlaşılmaktadır.
    Aziz Paulus, M.S. 46-48 yılları arasında Antiokheia’dan(Antakya) yolculuğuna başlamış ve bir liman kenti olan Seleukeia Pieria’ya (Samandağ) gelerek, buradan bir gemiyle, Kıbrıs (Salamis ve Paphus) üzerinden Attalia (Antalya) Limanı’na, ulaşmıştır. Kara yolu ile Perge’ye (Aksu) ve Kestros (Aksu) Vadisi’nden, Psidia Antiokheia’ya (Yalvaç) ulaşmıştır. Yolculuğuna devam ederek, İconium (Konya), Lystra (Hatunsaray Kasabası) ve Derbe (Aşıran Köyü) kentlerini ziyaret eder. Aynı güzergâhtan geri dönerek Psidia Antiokheia (Yalvaç) ve Kestros (Aksu) Vadisi üzerinden, Perge’ye (Aksu) oradan Attalia’ya (Antalya) ulaşır. Daha sonra deniz yolu ile Kıbrıs’a uğramadan Seleukeia Pieria (Samandağ) ve Antiokheia’ya (Antakya) ulaşarak yolculuğunu tamamlar. 
              
AZİZ PAULUS’UN 2.YOLU(M.S. 49–52):
    San Paulus’un İkinci yolculuğun başlangıç noktası Jerusalem’dir. (Kudüs) Jerusalem’de (Kudüs) yapılan bir toplantıda alınan karar gereği, karayolu ile Antiokheia’ya (Antakya) gider. Bu yolculuğu birlikte kararlaştırmışsa da Aziz Barnabas’la aralarındaki bir anlaşmazlık yüzünden onunla değil de Aziz Silas ile birlikte yolculuğa çıkarlar. Antiokheia’dan (Antakya), Tarsus, Derbe (Aşıran Köyü), Lystra (Hatunsaray Kasabası), İconium (Konya), Psidia Antiokheia’dan (Yalvaç), Troas’a (Çanakkale) geçiş yaparak, oradan da deniz yolu ile Macedonia Neapolis’ine ulaşır. Karayoluyla (2 numaralı haritada gösterilen güzergâhtaki) Macedonia kentleri olan Philippi, Amphipolis, Apollonia, Thesallonica ve Borea’yı ziyaret eder. Buradan deniz yoluyla Kıta Yunanistan’daki Athens, Korinth’e ve Cencrea kentlerine gider. Deniz yoluyla yolculuğuna devam ederek tekrar Anadolu’ya geçer ve Efes’e (Selçuk) ulaşır. Yine deniz yoluyla Rhodes(Rodos) Adası üzerinden Caesarea’ya (Suriye) ulaşır. Jerusalem (Kudüs) yolculuktaki son duraktır. Bir süre sonra yine karayolu ile Galatya ve Frigya Bölgeleri’ni bir kez daha dolaşarak daha önceki yolculuklarında Hristiyan olan kişilerin ne durumda olduğunu olduklarını görerek, ruhen pekişmelerini sağlamak ve durumlarını görmek üzere 3. yolculuğa çıkmak için Antakya(Antiokheia) geçer.
          

AZİZ PAULUS’UN 3. YOLU(M.S. 53-57):

    Antiokheia’dan (Antakya) karayolu ile önce Tarsus’a sonra Kilikia Bölgesi sınırları içerisinden devam ederek, Derbe (Aşıran Köyü), Lystra (Hatunsaray Kasabası), İconium (Konya), Psidia Antiocheia (Yalvaç) kentlerini ziyaret ettikten sonra, Efes’e (Selçuk) ulaşır. Efes’ten de Troas’a (Çanakkale) geçer. Deniz yoluyla Makedonia’ya devam eder ve Macedonia Kentleri olan Neapolis, Philippi, Amphipolis, Apollonia, Thessaionica ve Borea kentlerine uğrar. Daha sonra karayoluyla Kıta Yunanistan’da bulunan Athens ve Korinth’e ulaşır. Korinth’den geriye dönerek yine aynı güzergahı takip eder ve yine Troas’a (Çanakkale) ulaşır. Assos’a (Behramkale), Ege Denizi’ndeki adaları ve Miletus’a (Balat) ziyaretinin devamında Cos (Kos) Adası ve Rhodes (Rodos) Adası, bir sonraki durağı olacaktır. Rhodes’den(Rodos) Anadolu’ya geçer ve Patara’ya (Kalkan) ulaşır. Tekrar Deniz yoluyla yolculuğuna devam ederek Phonecia’daki Tyre, Ptolemais kentleri üzerinden Caeserias ve Jerusalem’e (Kudüs) gelerek yolculuğunu tamamlar.
        
                   

AZİZ PAULUS’UN 4. YOLU(M.S. 59-69):
    Jerusalem’de (Küdüs), Roma askerleri tarafından tutuklanır ve yargılanır. Yargılama sonrası deniz yoluyla Caesarea’dan, önce Sidon’a oradan Antiokheia’ya (Antakya) ve Tarsus’a geçtikten sonra, Myra (Demre), Cnidus (Datça) Kentlerine, Crete (Girit) ve Malta adalarına uğrar. Devam ederek Sicilia (Syracusa), İtalya’nın Rhegium ve Puteoli kentlerini ziyareti ardından karayoluyla Taverns üzerinden Rome’ye (Roma) getirilir ve Rome’de hapse atılır. Daha sonra da M.S. 64 veya 67 yılında idam edilir.
                         
AZİZ PAUL’UN YOLCULUKLARINDA UĞRADIĞI KENTLER

AZİZ PAUL MERSİN’DE

    Türkiye’nin güney kıyılarındaki önemli yerleşimlerden olan Mersin’de ikinci seyahati sırasında izlediği yolları takip ederek sırasıyla Tarsus, Silifke ve Mut ilçelerinde Aziz Paul’un doğduğu ve yaşadığı yerleri, kendisinin ve diğer Hıristiyan azizlerin anısına yapılmış erken dönem kiliselerini görebilirsiniz.

TARSUS:
    Aziz Paul’un doğum yeri olması ve İncil’de de Tarsuslu Paul olarak geçmesi nedeniyle Hıristiyanlık tarihi açısından oldukça önemli bir yerleşim olan Tarsus, UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde de yer alan Aziz Paul Kilisesi, Aziz Paul Kuyusu ve çevresi ile Aziz Paul yılında ziyaret edilmesi gereken yerler arasında ilk sırada geliyor.
    Tarsus, Aziz Paul’un Hıristiyanlığı kabul edip onun uğrunda çalışmaya başlamasından sonra da zaman zaman sığınağı olmuş, Kudüs’te Hıristiyanlığı yaymaya çalışmasından rahatsız olanlar tarafından öldürülmek istendiği zaman Kudüs’ten kaçırılarak doğum yeri olan Tarsus’a getirilmiştir. Antakya ile birlikte Tarsus’un Hıristiyanlık için bir diğer önemi de Aziz Paul’un Hıristiyanlık uğruna mücadele ve bu uğurda kilometrelerce yol kat etme kararını verdiği yerler olmasından kaynaklanmaktadır.
Aziz Paul Kilisesi: Ulu Cami Semti’nde yer alır. M.S.11.–12.yüzyıllarda Aziz Paul’e adanarak inşa edilen kilise 1862 yılında büyük ölçüde tamir edilmiştir. Tavanındaki Hz. İsa ve dört İncil yazarı ile melek freskolarının yer aldığı, Hıristiyanlığın önemli hac merkezlerinden olan kilise, 1992–1993 yılında Vatikan tarafından düzenlenen “Aziz Paul Sempozyumu ve Ayini”ne de ev sahipliği yapmıştır.
Aziz Paul Kuyusu: Hıristiyanlığın önemli hac merkezlerinden birisidir. Kızılmurat Mahallesi’nde, Cumhuriyet Meydanı’nın yakınlarında Aziz Paul’un evinin avlusu olduğu düşünülen yerde bulunmaktadır. Kuyunun şifalı ve kutsal olduğuna inanılan suyu hiçbir zaman eksilmez.
Antik Yol: Kuyunun bulunduğu avlunun 300 metre güneyindeki Cumhuriyet Alanı’nda yer alan bazalt taşlarla kaplı antik yol, Aziz Paul’un seyahatlerinde ve Tarsus’ta yaşadığı yıllarda kullandığı biçimiyle günümüze gelmiştir. Siz de bu yolu adımlayarak Aziz Paul’un yaşadığı yıllara bir zaman yolculuğu yapabilirsiniz.
Eshab-ı Kehf (Yedi Uyurlar) Mağarası: Tarsus’un 12 km kuzeyinde Ulaş Köyü yakınlarındaki Eshab-ı Kehf mağarası Hıristiyanlığın ilk inananlarından olan yedi gencin eziyetlerden kaçmak için köpekleriyle birlikte sığındıkları ve mucizevî biçimde 300 yıl boyunca uykuya daldıkları yerdir. Hıristiyanlar tarafından olduğu kadar Müslümanlarca da kutsal sayıldığından mağaranın üzerine bir cami de inşa edilmiştir.
SİLİFKE
Ayatekla Kilisesi:
 Mersin İli’nin bir diğer ilçesi olan Silifke, Hıristiyanlığın en eski ve kutsal alanlarından bir diğeri olan Ayatekla Kilisesi’ne ev sahipliği yapar. Aslen Konyalı olan Hıristiyanlığın ilk kadın şehidi Azize Tekla, Aziz Paul’un Konya’daki vaazını üç gün boyunca yemeden, içmeden, uyumadan dinlemiş; çok etkilendiği bu konuşmaların ardından Aziz Paul’un öğrencisi olmuştur. Aziz Paul hapse atıldığında dahi, gizlice hapse girerek anlattıklarını dinlemeye devam etmiştir.
    Azize Tekla’nın baskılardan kaçarak ibadet ettiği doğal mağara Hıristiyanlık dini serbest bırakılana kadar gizlice ibadet yapan Hıristiyanlarca da kullanılmış ve kutsal sayılmıştır. Aziz Paul gibi Hıristiyanlığı yaymak için uğraş veren, bu arada birçok mucize gösteren Azize Tekla’nın da öldüğü ve mezarının olduğu bu yer dördüncü yüzyılda bir kiliseye dönüştürülmüştür. Her yıl 13–14 Eylül tarihlerinde Azize Tekla anısına düzenlenen anma töreninde Azize Tekla’nın da yürüdüğü ikibin yıllık Roma yolundan yürünerek mağarada ayin yapılmaktadır.
    Silifke’nin 20 km uzağındaki Narlıkuyu, erken Hıristiyanlık yıllarına ait kilise kalıntılarının ve doğa harikası cennet, cehennem obruklarının yer aldığı bir yerleşim. IV.-V.yüzyıllarda, daha önceki yıllara ait bir Zeus tapınağının kalıntıları kullanılarak yapılmış olan kilise Cennet Obruğunun güney ucunda yer alıyor. Cennet obruğunun içerisindeki mağaranın önüne inşa edilmiş bir diğer kilisenin girişi üzerindeki yazıttan V.yüzyılda Paulus adındaki bir dindar tarafından Meryem Ana’ya ithaf edildiği anlaşılıyor. Bu iki kilise de pagan inanış karşısında Hıristiyanlığın kazandığı zaferin anıtları olarak duruyorlar. Bu zaferin kazanılmasında kuşkusuz en önemli pay Aziz Paul’e ait.
MUT:
Alahan Manastırı: Aziz Paul’un seyahati sırasında konakladığı ya da yolu üzerindeki yerlerde anısına birçok kilise inşa edilmiştir. Kiliseler ve keşiş odalarının arasında UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde de yer alan Alahan Manastırı da yer almaktadır. VII. yüzyıla tarihlenen manastırdaki kiliselerde büyük bir ustalık eseri olan zengin taş süsleme örneklerinden bir kaçı Aziz Paul ile birlikte Aziz Pierre, İncil yazarlarının tasvirleri, Cebrail ve Mikhail figürleri.
    Manastırın bulunduğu tepeye çıkmak biraz zahmetli olsa da 1200 metre yükseklikten izlediğiniz Göksu Vadisi’nin etkileyici manzarasının her şeye değdiğini anlıyorsunuz. Göksu vadisini yukarıdan izlemekle yetinmez birkaç kilometre daha yol almayı göze alırsanız vadi içinde kayalara oyulmuş kiliseleri ve kiliselerde farklı renkteki boyalarla yapılmış geometrik ve bitkisel bezemeleri görebilirsiniz. Mut ilçesine bağlı Maya Köyü’nde bulunan vadi içindeki yeraltı kilisesi, kırmızı ve yeşil renklerle boyandığı için Renkli Kilise olarak adlandırılan kiliseyi de bu seyahatiniz sırasında ziyaret etmenizi öneriyoruz.

AZİZ PAUL ANTAKYA’DA

    Antakya adını Büyük İskender’in ardıllarından I. Seleukos’un babası Antiocheia’dan alır. Anadolu ve Ortadoğu arasındaki yolların kesişme noktasında olması ve stratejik konumu nedeniyle birçok Uygarlık tarafından yerleşim görmüştür. Roma İmparatorluğu’nun Roma, İskenderiye ve Efes’ten sonra gelen 4.büyük şehri Antakya kurulduğu yerin stratejik öneminin de etkisiyle hızla gelişmiş, bu arada dinsel merkez olarak da ön plana çıkmıştır. Ancak Antakya’nın en dikkat çekici yönü farklı dinlere ev sahipliği yapmasına rağmen, bu dinler arasında hiçbir zaman çatışmaların yaşanmamasıdır. Günümüzde de üç farklı din mensubunun bir arada yaşadığı evlerin, ibadet ettikleri sinagoglar, kiliseler ve camilerin ve hatta ölüm sonrası son mekânları olan mezarlarının yan yana görülebildiği Antakya binlerce yıllık geçmişindeki dinlerin kardeşliği ilkesini halen yaşatıyor. Aziz Paul ve inananlarının da Antakya’yı seçmelerinin nedeni belki de bu hoşgörü ve kardeşlik ilkesi.
    Antakya Aziz Paul ve Hıristiyanlık dini açısından önemli bir kenttir. Henüz M.S. 1.yüzyılda inananlar tarafından yerleşim gören, içlerinden öğreticilerin de olduğu inananlar topluluklarınca tapınmaların gerçekleştirilip, oruçların tutulduğu ve öğrencilerin bulunduğu bir yerleşimdir. Hıristiyanlık öğretilerinin de yayıldığı ilk yerlerden olan Antakya, Aziz Paul’un yolculuklarında da başlangıç noktası olmuştur. Hıristiyanlığı seçmesinin üzerinden kısa bir süre geçen Aziz Paul ve Aziz Barnaba’nın da aralarında bulunduğu inananlar topluluğu Antakya’da ibadetlerini yapıp oruçlarını tutarken kendilerine görünen kutsal ruh Aziz Paul ve Aziz Barnaba’nın İsa’nın adını duyurmak için görevlendirildiğini bildirmiştir. Böylece Aziz Paul’ün yıllar sürecek yolculuklarından ilki başlamıştır. Buradan yolcu edilen Aziz Paul ve Aziz Barnaba M.S.49’da Antakya’nın limanı olan Samandağ (Seleucia Pieria)den gemiye binerek Kıbrıs’a geçmişlerdir. İlk yolculuğunun bitişi de Tanrı tarafından bu yolculuk için görevlendirildikleri Antakya olacaktır. Antakya’da başlayan bu ilk yolculukta Kıbrıs ve Türkiye’nin güney kıyılarını dolaşıp gittiği kentlerde öğretilerini yayan, bu arada mucizeler gösterdiği gibi bazı güçlüklerle de karşılaştıktan sonra yine Antakya’ya dönen Aziz Paul karşılaştığı güçlüklerin kendisini yıldırmadığını aksine cesaretlendirdiğini buradaki öğrencilere “Tanrı'nın Egemenliğine, birçok sıkıntıdan geçerek girmemiz gerek” diyerek açıklamıştır. Aziz Paul’un ikinci yolculuğu da sonradan öğrencilerini ziyaret edeceği Galatya ve Frigya’ya geçmeden önce yine Antakya’da sona erecektir.
    Farklı dinlerin ve kentte yerleşmiş farklı kültürlerin izlerini görebileceğiniz Antakya’da dünyanın ilk kilisesi olan Aziz Pierre Kilisesi ile birlikte, Aziz Simeon Manastırı da bulunur. Hıristiyanlık açısından oldukça önemli yeri olan Antakya, birinci derecede hac merkezi olarak ilan edilmiştir ve Kudüs’ten sonra Hıristiyanlığın en kutsal kentidir. VII. yüzyılda, Hıristiyanlığın beş patriklik merkezinden birisi olarak ilan edilmesi de bu kutsallığı ile ilişkilidir.
Aziz Pierre Kilisesi: Antakya’nın kuzeydoğusunda bulunan Aziz Pierre Kilisesi dünyadaki en eski kilise olmasının yanında ilk Hıristiyanlık cemaatlerinin toplandığı, , Aziz Paul’un yanında Aziz Pierre ve Barnabas’ın da vaazlar vermiştir. Hz. İsa’nın ölümünden sonra ilk rahip sayılan havarisi Aziz Pierre de Antakya’ya gelmiş ve ilk dini toplantısını bu mağarada yapmış, tarihte ilk Hıristiyan adı da bu kilisenin cemaatine verilmiştir. Bu nedenle Hıristiyanlık tarihi açısından oldukça önemlidir.
    Kilise, yüksekliği 7m., derinliği 13,5m. eni de 9,5 me olan oldukça küçük bir mağaranın önünde inşa edilmiştir. Mağara’nın yer aldığı dağın adı da Stauris (Hac) Dağı’dır. Döşemesinde V.yüzyıla tarihlendirilen mozaiklerin kalıntıları yer alır. Sunağın solunda yer alan tünelin ise ani bir baskın sırasında Hıristiyanların kaçmasına yardımcı olduğu düşünülmektedir.
    XI. yüzyılda, Haçlı Seferleri sırasında burayı ziyaret eden Haçlı birlikleri kiliseyi birkaç metre uzatmışlardır. 1863 yılında Papa IX. Pius’ta bu kiliseye özel bir önem vermiş, III. Napolyon’un da yardımlarıyla kilisenin tamiri yapılmış, 1963 yılında da Papa IV. Paul tarafından Hıristiyanlar için Hac yeri olarak ilan edilmiştir. Kilisede her yıl 29 Haziran günü, farklı yerlerden gelen birçok din adamı ve Hıristiyan cemaatin katıldığı bir ayinin düzenlenmektedir.
Samandağ: Samandağ’ın en yüksek tepesinde yer alan Aziz Simon (Simeon) Manastırı sabrı, inancı ve dayanıklılığı ile 13 metre yüksekliğindeki bir sütunun üzerinde yıllarca yaşayan Aziz Simon’un anısını yaşatmak için inşa edilen bir kilisedir. Samandağ adı da Simon’un Arapça söylenişi olan Sam’an da kaynaklanmaktadır. Aziz Simon henüz hayatta iken ona bağlanan Silifkeliler tarafından inşa edilen manastırdaki kiliseler ve diğer yapılar yer yer kayalara oyulmuş, yer yer de kesme taşlardan inşa edilmiştir. Avlusunun ortasında Aziz Simon’un 45 yıl yaşadığı sütunu da görebilmeniz mümkündür.
    Antakya sınırları içinde yer alan Amanos dağlarının güneyi de Hıristiyanlığın erken dönemlerinden itibaren yoğun bir dini merkez olarak dikkati çeker. Bölgede günümüze gelemeyen çok sayıda kilisenin kalıntıları ile birlikte, ulaşılmazı oldukça zor kayalıklara açılmış münzevilerin yaşadığı mağaraları görebilmeniz mümkündür.
Antakya dinler tarihi açısından önemi Hıristiyanlık ile de sınırlı değildir. İnanışa göre Yunus Peygamber’in yunusun karnından çıktığı yer İskenderun’dur. Bu olayın gerçekleştiği yer de bulunan Yunus sütunu aynı zamanda kentin giriş kapısının kalıntısıdır.

AZİZ PAUL PERGE’DE

    Perge, Aziz Paul’ün ilk yolculuğunda iki kez ziyaret ettiği kentler arasında yer alır. Birinci yolculuğunun başlangıcında deniz yoluyla Perge’ye gelmiştir. İlk yolculuğunun geri dönüşü sırasında da Perge’ye uğramış ve Tanrının sözlerini Perge halkına aktarmıştır.
    Perge, Kate Clow tarafından ortaya çıkartılan St. Paul yolunun da başlangıç noktası. Aziz Paul’ün de adımlarını attığı yüzlerce yıl bozulmadan günümüze gelmeyi başarmış antik yollarda siz de yürümek isterseniz bu tura katılabilir, en azından bir bölümünü takip edebilirsiniz.
    Perge’de günümüze gelebilen genelde bazilikal planlı kiliseler yanında bir manastır kompleksinin parçası olarak düşünülen kiliselerin büyük bir bölümü V.-VI. yüzyıllara ait. Perge’nin simgesi olan paralel kuleler bir zamanlar kentin en önemli kapısının iki yanında yer alıyordu. Muhtemelen Aziz Paul de kente girerken bu kapıyı ve ardından uzanan sütunlu caddeyi kullanmış olmalıdır.

AZİZ PAUL YALVAÇ’TA

    Aziz Paulus’un ilk yolculuğunda üç kez uğradığı bir kent olan Yalvaç’ın bitişiğindeki Pisidia Antiokheia’dır. Aziz Paulus, Psidia Antiokheia’ya, Aksu (Kestros) Vadisi’nden o günkü yerleşim yerlerine uğrayarak gelmiştir. Burada Sebt günü sinagoga girip yaptığı konuşmada Kutsal Yasa’dan ve peygamberin yazılarından metinler okur. Bu konuşma Aziz Paulus’un misyonerlik görevinde yaptığı ilk konuşması olarak bilinmektedir. Paulus’un İsa’nın gelişiyle birlikte, ona inananların da kurtuluşunun gerçekleşeceğini bildiren konuşması, “şunu bilin ki, kardeşler, bu kişi aracılığıyla günahlarınızın bağışlanacağı size duyurulmuş bulunuyor; Musa Yasasıyla aklanamadığınız her şeyden, iman eden herkes O’nun aracılığıyla aklanacaktır” biçiminde canlı ve merak uyandırıcı bir tonlamayla sürdürünce konuşmasıyla birçok kişiyi o kadar etkilemiştir ki, başka bir Sebt gününde bir kez daha konuşma yapması, kendisinden istenmiştir. Konuşma 7 gün sonra Sebt günü tekrarlanır. Hemen hemen tüm Psidia Antiokheia halkı Aziz Paulus’u dinlemek için toplanmış ve yapılan konuşmalar ardından, Hıristiyanlığa toplu geçişler yaşanmıştır. Ancak kentteki bu yeni dine karşıt kişilerden bazıları, kentin ileri gelenlerini kışkırtarak Aziz Paulus ve Barnabas’a karşı bir baskı hareketi başlatmışlardır. Onları öldüresiye dövdükten sonra, her ikisini de kent sınırları dışına atmışlardır. Ancak bu kovuluş bile Aziz Paulus’un amacına hizmet etmiştir. Buradan ayrılarak Konya’ya (İconia) giden Aziz Paulus burada da pek çok insanı etkileyerek iman etmesini sağlamıştır.
    Psidia Antiocheia’da bugün hala kalıntıları görülebilen Aziz Paulus Kilisesi vaaz verdiği ilk sinagog’un üzerine 325 yıllarında inşa edilmiştir. Aziz Paulus’un adına yapılmış en eski kilise olarak bilinir ve mozaik kaplamalı tabanı ile de dikkat çeker. 381 yılında kenti; İstanbul’da yapılan ekümenik toplantı da temsil eden Piskopos Optimiusu’un adı burada saptanan mozaikler üzerinde yer almaktadır. Kilise kalıntılarında yapılan detaylı inceleme ve kazılar bize, yapının ilk yapım evresinden sonra eklemelerle genişletildiğini göstermektedir. Günümüzde görülebilen 70 x 27 m. Boyutlarındaki kilisenin, narteksi bir sütun sırasıyla ikiye bölünmüş ve üç nefli bazilikal planlıdır. Ortadaki nefin üzerinin yüksek bir çatıyla kapatılmış olduğu düşünülmektedir.
      
    Psidia Antiocheia, Aziz Paulus’un ziyaret ettiği M.S. 46–57 yılları arasında 70.000 kişiye varan nüfusu ile Roma İmparatorluğu’nun büyük kentlerinden bir tanesiydi. Mevcut durumdaki pek çok kalıntı, kent yayılım alanın çok geniş olduğunu bize açıkça göstermektedir. Kentin en yüksek alanına inşa edilmiş Augustus Tapınağı yer almaktadır. Yapı elemanları üzerinde kanatlı Genius ve Nike kabartmalarının yer aldığı propylon, tapınak alanına girişi sağlamaktadır. Tiyatro, anıtsal çeşme, Roma hamamı, ölümüne dövüşlerin yapıldığı stadyum ( bugün yeri hala belirsizdir), hamam gibi yapı kalıntılar, kentte görebileceğiniz göze çarpan önemli sosyal yapılardır. Psidia Antiocheia, Aziz Paulus’un izinden giden Azize Tekla’nın da ziyaret ettiği önemli bir merkezdir. Antik kentte Azize Tekla’nın tiyatroyu ziyaret ettiği ve çeşitli eziyetlere uğramasına rağmen inancından vazgeçmediği bilinmektedir. Aziz Paulus’un çabalarıyla Hıristiyanlığın şekillenmeye başladığı ilk kentlerden olan Psidia Antiokheia’ya bağlı bir tapınım alanı olan Men Tapınak Alanı, yüzyıllar boyunca tüm antik coğrafyalardan gelen insanlara ev sahipliği yapmıştır. Ay Tanrı’sı Men adına bırakılan adak stellerini günümüzde yapı kalıntılarında görmek mümkündür. Hristyanlığın Roma’nın resmi dini olarak kabul edildiği M.S. 4. da tapınak tahrip edilerek Hristiyanlığın, pagan (çok tanrılı) inançlar karşısındaki zaferini temsil edercesine günümüze kadar ulaşmıştır.
    Aziz Paul’un ardından, birçok azizin vaazlar verdiği Psidia Antiokheia’da bulunan yedi kilise kentin uzun zamanlar boyunca dini merkez olduğunu göstermektedir. Şu anki adı olan ve Resul anlamına gelen Yalvaç, Selçuklular döneminden günümüze kadar da kentin Aziz Paul’un anısının hala yaşatıldığı akla getirir.
                     

AZİZ PAUL KONYA’DA
    Aziz Paul ve Barnaba’nın Yalvaç’tan ayrıldıktan sonra Sultan dağlarını geçmeden Ilgın, Ladik yolu üzerinde yer alan doğu ticaret rotası ve kral yolunu takip ederek Konya’ya ulaşmışlardır. Konya birçok etkili konuşma yaptıkları ve çok sayıda kişiyi Hıristiyan yapmayı başardıkları bir yer olmuştur. Bu kişiler arasında da en önemlisi Aziz Paul’un vaazlarından çok etkilenen, Hıristiyanlığın öncü misyonerlerinden ve ilk kadın şehidi olacak olan Azize Tekla (Hagia Thecla)’dır.
    Yapılan etkili konuşmalara rağmen halk birtakım kışkırtmalar neticesinde ikiye bölünür. Bir kısmı Aziz Paul’un tarafını tutarken bir grup da Aziz Paul’e karşı bir tutum takınmıştır. Kendisine karşı olan kişilerin varlığından haberdar olmasına rağmen Aziz Paul inanç ve cesaretini yitirmemiş ve Konya’da uzun bir süre kalarak insanların Hz. İsa’nın yolunu seçmesi için çalışmıştır. Ancak, kendilerine karşı olan bir grubun saldırmayı düşündüğünü öğrenen Aziz Paul ve Barnaba buradan kaçıp Lystra ve Derbe kentlerine giderek inancını burada yaymaya başlamıştır.
    Konya il merkezinin 8 km kadar kuzeybatısında yer alan Sille Erken Hıristiyanlık döneminin önemli merkezlerinden olup kayaya oyulmuş kilise, şapeller ve hücrelerden oluşan Ak Manastır (Aziz Chariton) dünyanın ilk manastırları arasında gösterilmektedir.
    Aya Elana Kilisesi: Bizans İmparatoru Constantin’in annesi Helena’da Hac yolculuğu sırasında Konya’daki erken Hıristiyanlık dönemine ait oyma kiliseleri görmüş ve Sille’de bu mabedi yaptırmaya karar vermiştir. Kesme taştan yapılmış kilisenin duvarlarında Hz. İsa, Hz. Meryem ve havarilere ait resimleri görmek mümkündür.
AZİZ PAUL HATUNSARAY (LYSTRA) VE DERBE’DE
    Konya’da kendilerine düzenlenmesi planlanan saldırıdan kaçarak Hatunsaray (Lystra)’ya gelen Aziz Paul doğuştan kötürüm olan ve hayatında hiç yürüyememiş bir adamı bir mucize göstererek yürütmeyi başarmıştır. Bu mucizevî olay karşısında çok etkilenen Lystra halkı Aziz Paul ve Barnabas’a pagan tanrılarının isimlerini vermiş ve onların tanrı olduğunu düşünmüşler, kent kapılarında kendilerini törenler ve kurbanlarla karşılamak istemişlerdir. Bunu duyan Aziz Paul ve Barnabas giysilerini yırtarak halkın arasına karışmış ve “biz de sizin gibi insanız ve size müjde getirdik bu gibi boş şeyleri bırakın ve her şeyi yaratan Tanrıya dönün diyerek” kendilerine kurban sunulmasını engellemişlerdir. Ancak, kente dışarıdan gelen Hıristiyanlık düşmanları Lystra halkını kendi taraflarına çekerek Aziz Paul e taşlı saldırı düzenlemişlerdir. Aldığı ağır yaralara rağmen dinlenmeye çekilmeden Aziz Barnaba ile birlikte Derbe’ye giderek sözleriyle birçok kişinin Hıristiyan olmasını sağlamıştır. Bu kent ilk yolculuğunda uğranan son kent olmuştur. Buradan tekrar geldikleri yola geri dönmüşler, dönüş yolunda da daha önce iman etmiş olanlarla bir kez daha konuşmuşlar ve onları imanlarını korumaları yönünde cesaretlendirmişlerdir. Daha sonra Perge ve Antalya üzerinden Antakya’ya geri dönmüşlerdir. Derbe ve Lystra Aziz Paul’ün ikinci yolcuğunda da uğradığı yerlerdendir. Buraya gelerek daha önce iman edenlerin ne durumda olduklarını görmek istemiştir. Lystra’da Timotheus adında Aziz Paul’un en büyük destekçilerinden birisini de yanlarına almışlar ve yollarına birlikte devam etmişlerdir.
    Lystra’da günümüze gelebilen bir höyük dışında Aziz Paul’un ziyaret ettiği yıllardaki durumunu canlandırmamıza yardımcı olabilecek anıtlar çok azdır. Hıristiyanlık ile ilgili en önemli anıtları barındıran yer ise Lystra’nın 12 km batısında yer alan Gökyurt Köyü (Kilistra) antik kentidir. Kayalara oyulmuş sarnıçlar, kuleler ile Kapadokya’da olduğunuzu düşündürecek olan kentteki kiliseler, inziva odaları ve manastırların Lystra’daki baskılar neticesinde ayrılarak buraya gelen ilk Hıristiyanlar tarafından oluşturulduğu yönünde düşünceler de mevcutsa da araştırmacılar tarafından biraz daha geç bir döneme, genel olarak M.S VIII.-X.yüzyıllara tarihlendiriliyorlar. Lystra’dan Kilistra’ya ulaşan ve kent içinde de devam eden taş döşemeli Kral Yolu’nun Aziz Paul tarafından da kullanılmış olabileceğini söylemek yanlış olmaz. Hatta bugün kentte Sümbül Kilisesinin bulunduğu yerin adı “Paulönü Mevkii”. Antik kentte sadece iç kısmının değil, dış kısmının da çatı biçiminde kayaya oyulmasıyla ender rastlanan bir örnek olan Sandıkkaya, Sümbül Kilise başta olmak üzere kayaya oyulmuş şapeller ve yamaç evler mutlaka görmeniz gereken yerler arasında.
    Derbe ve çevresinde Aziz Paul’ün çabaları neticesinde Hz. İsa’nın öğretilerinin ne kadar hızlı yayıldığının göstergesi olan genel itibariyle IV.-IX. yüzyıllar arasına tarihlendirilen yüzlerce kilise inşa edilmiştir. Bu nedenle bölge günümüzde “Binbirkilise” adıyla anılır.

AZİZ PAUL EFES’TE

    Aziz Paul Efes’e ilk olarak ikinci seyahatinde uğramıştır. Burada havralara giderek çeşitli konularda konuşmalara yapan Aziz Paul Efeslilerin daha uzun süre kalması yönündeki isteklerine “Tanrı dilerse yanınıza yine döneceğim” şeklinde cevap vermiş ve bir süre sonra üçüncü yolculuğunda bir kez daha geldiği Efes’te çok uzun bir süre kalacaktır. Efes’e geldiğinde ilk iş olarak buradaki Hıristiyanların vaftiz olmasını sağlamıştır. Daha sonra Hz. İsa’nın öğretilerini havralarda yaymaya çalışmış, çeşitli tartışmalar yaşamış, kendisine karşı alınan tavır ve düşmanlıklar, kötülemeler karşısında usanmamış ve yıllar boyunca yaptığı konuşmalarla hangi din ve hangi milletten olursa olsun herkesin Hz. İsa’nın sözlerini işitmesini sağlamıştır. Vaazlarını açık alanlarda, havralarda verdiği gibi evden eve dolaşarak dahi konuşmalar yapmaktan çekinmemiştir. Bu arada birçok da mucize göstermiştir. Aziz Paul’un bedenine değen mendiller, bezler hasta olanlara içlerine kötü ruh girenlere götürüldüğüne hızla iyileştikleri görülmüştür. Bu mucizeler Hz. İsa’nın ve Aziz Paul’un isminin daha büyük saygıyla anılmasını sağlamıştır. Tüm bu mucizeler karşısında Hıristiyanlığın hızla yayılmasından ve Efes’in tanrısı Artemis tapınağının hiçe sayılmasından endişe duyanlar tarafından kışkırtılan halk Aziz Paul’un yandaşlarından bazılarını sürükleyerek kentin tiyatrosuna götürmüşler ve burada kargaşalık çıkarmışlardır. Bu kargaşa ortamından sonra Aziz Paul Hıristiyanlığa yeni müritler kazandırmak için Makedonya’ya gider. Makedonya’dan Milet’e geldikten sonra Efeslilere haber yollamış, topluluğun ihtiyarlarını yanına çağırarak onlara çektiği sıkıntılar, dışlanmalara rağmen tam bir alçak gönüllükle, gözyaşları içinde Rab’be nasıl kulluk ettiğini ve sözlerini yaymak için nelere katlandığını ancak artık Kudüs’e gitmesi gerektiğini anlatmıştır.
    Aziz Paul M.S.51–54 yılları arasını Efes’te geçirmiştir ve İncil’de Efeslilere, Galatya gibi farklı uluslara Tanrı’nın buyruklarını ileten mektuplarını burada yazmıştır.
    Efes’in Hıristiyanlık açısından en önemli kentlerden birisidir. İncil’de geçen yedi kiliseden en önemlisi olarak gösterilen kilise de Efes’te yer almakta olup, M.S. 431’de üçüncü evrensel konsül toplantısının yapıldığı yer Efes olmuştur. Dört kutsal İncil’den birisinin yazarı olan ve Türkiye’deki ilk yedi kiliseyi kuran Aziz Jean kilisesine de adını veren İncilci Yahya’nın da yaşadığı yer Efes’tir. Anadolu’da yaygın bir inanış olan Yedi Uyurlar Efsanesi’nin geçtiğine inanılan mağaralardan bir diğeri buradadır.
Meryem Ana Evi: Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem son yıllarını Efes’te Bülbül Dağı’nda küçük bir evde geçirmiş ve burada vefat etmiştir. Hıristiyanlığın hac merkezi olduğu gibi Müslümanlarca da kutsal sayılan bu ev, Vatikan tarafından da kutsanmış olup her yıl 15 Ağustosta dini törenler düzenlenmektedir.
Saint Jean Kilisesi: Hz. Meryem ile birlikte Efes’e gelen İncilci Yahya, İmparator Domitianus tarafından burada öldürülmek istenmiş, ancak her seferinde bir mucize göstererek öldürme teşebbüslerinden kurtulmuştur. Bir süre sürgüne gönderildikten sonra yaşlılığında tekrar Efes’e gelmiş ve burada ölmüştür. Yaşadığı ve öldüğü yerin Ayasuluk Tepesi’nin etekleri olduğuna inanılmaktadır. Bu nedenle burada adına ilk olarak 2.-3.yüzyılda bir bir mezar anıtı yapılmış, 4. yüzyılda bunun yerini bir kilise almış ardından İstanbul’daki Ayasofya Kilisesi’ni de inşa ettirmiş olan İmparator Justinianus ve karısı Theodora tarafından birtakım değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Ayasofya’dan sonra Anadolu’da inşa ettirilmiş en anıtsal yapı olması dolayısıyla da oldukça önemlidir. İncilci Yahya’nın mezarının da bu kilisenin içinde yer aldığına inanılır.

AZİZ PAUL ÇANAKKALE’DE
    İlk olarak ikinci yolculuğunda Makedonya’ya geçmek için Çanakkale’ye uğrayan Aziz Paul, üçüncü yolculuğunda burada daha uzun süre kalmıştır. Deniz yoluyla Çanakkale’ye (Troas) giderek burada kendisini bekleyenlerle buluşmuş ve yedi gün boyunca burada kalarak vaazlar vermiştir. Kendisini dinlerken pencereden düşerek ölen bir çocuğu diriltme mucizesini de Çanakkale’de göstermiştir. Çanakkale’den ayrıldıktan sonra yanındakiler deniz yoluyla Aziz Paul ise yürümeyi tercih ettiği için karadan Behramkale (Assos) kentine doğru yol almıştır. Behramkale’de (Assos) buluşan Aziz Paul ve yandaşları daha sonra denizden Milet’e geçmişlerdir.
    Aziz Paul tarafından takip edilen taş kaplı antik yolların bir bölümü antik Çağ’ın en büyük ve zengin limanlarından birisi olan Alexandria Troas’da yer alıyor. Yüzlerce yıl değişmeden ve bozulmadan günümüze gelmeyi başarmış bu yolları adımlayarak Azizin anısını canlandırabilirsiniz.

AZİZ PAUL DEMRE’DE
    Aziz Paul’un tutuklanarak Roma’ya götürülmesi azizin yaptığı dördüncü yolculuk olarak da gösterilmektedir. Her ne kadar tutuklu olarak yargılanmak üzere Roma’ya götürülmüş olsa da gemide kendisine oldukça iyi davranılmıştır. Aziz Paul’ün bindirildiği gemi Akdeniz güney kıyılarından geçirilerek Kilikya ve Pamfilya açıklarından geçmiş, Demre kentinde konaklamıştır. Buradan İtalya’ya giden bir gemiye bindirilmiş yine güney kıyılarında yer alan Datça (Knidos)’a uğramıştır.
    Demre’nin asıl önemi doğum yeri Patara olmasına karşın çocukların ve denizcilerin koruyucusu Noel Baba ile özdeşleşmesinden ileri gelmektedir. Bütün dünyada Noel Baba olarak bilinen Aziz Nicholas, Patara’da doğmuş, Demre Piskoposu olarak da hizmet vermiştir Günümüzde genel olarak bilindiği üzere sadece çocuklara değil, tüm insanlara elinden gelen yardımları esirgemeyen bu azizin adına yapılmış kilisede balık pulu desenleriyle bezeli Noel Baba’nın lahdini de görebilirsiniz. Tüm Hıristiyan âleminde her yıl kutlanan Noel bu azizin ilk kez 270 yılında fakir ailelerin kapılarına bıraktığı hediye torbalarının bir yansıması olarak devam ettiriliyor. Lahitindeki balık pulları fakirlerin olduğu kadar denizcilerin de koruyucusu olduğunu gösteriyor. Aziz Nicholas’ın 6 Aralık tarihinde Demre’de öldüğüne inanılmakta olup, bu tarihte mezarının bulunduğu kilisede her yıl düzenli olarak dünya çocuklarının katılımı ile düzenlenen törenlerle anılmaktadır.

KAPADOKYA
    Günümüzde kayalara oyulmuş yüzlerce kilisenin varlığıyla Bizans döneminde yoğun bir Hıristiyan yerleşimine sahne olmuş, dinsel merkezlerden birisi olan Kapadokya’da da ilk Hıristiyan topluluklarının oluşmasını sağlayan olayın Aziz Paul’un yaptığı ikinci yolculuk olabileceği düşünülmektedir. Her ne kadar adı geçmiyor olsa da Galatya bölgesine giderken muhtemelen Kapadokya’ya da uğramış olmalıdır. Havari Petrus da birinci mektubunda burada yaşayan Hıristiyanlardan söz eder.
    Doğa harikası peribacalarıyla birlikte oldukça geniş bir alana yayılmış kiliselerin, şapellerin, manastır topluluklarının yer aldığı Kapadokya, Hıristiyanlığın baskı altında olduğu yıllarda Hıristiyanlara, mistik atmosferiyle kendi ile baş başa kalmak isteyen münzevilere kucak açmıştır.

AZİZ PAUL’UN MEKTUPLARI
    Aziz Paul İncilde’de yer alan mektuplarından birini günümüzde Türkiye’nin orta kesimlerinde yer alan Galatya halkına, bir diğerini ise uzun yıllarını geçirdiği Efes halkına hitaben yazmıştır. Mektupları günümüzde dahi geçerliliği olan ve insanlık sevgisi, yardımseverlik, kardeşlik gibi konularda herkesin ders alabileceği nitelikler taşımaktadırlar.
    Galatya günümüzde Türkiye’nin başkenti Ankara ve çevresindeki bölge için M.Ö. III. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmış bir isimdir. Aziz Paul Galatya halkına yazdığı mektupta onlar için taşıdığı kaygılardan söz etmektedir. Galatyalıların tekrar eski inançlarına ve sözde Tanrılarına dönmelerinden çekinmekte asıl Tanrı’yı kendilerine tanıtmak için verdiği mücadelelerin boşuna olmasından korkmaktadır. Yazdığı mektupla Galatyalılar’ın kendisini horlamadan kabul ettiğinden ve çok iyi karşıladığından söz ettiği gibi kendilerini kandırmak ve doğru yoldan döndürmek için yapılan çabalara kulak asmamalarını tembihlemiş, bu durumun kendisini çok üzdüğünü ve dayanılmaz acılar verdiğini söylemiştir. Artık özgür olduklarını inançlarından dönerlerse tekrar köle olacakları konusunda Galatyalılar’ı uyarmıştır. “Mesih bizleri özgür kıldı. Bunun için mücadele edin. Bir daha kölelik boyunduruğu takmayın”.
    Kendisini oldukça iyi karşılayan ve Hıristiyanlığı koşulsuz kabul edip gereklerini eksiksiz yere getirirken birdenbire gerçeklere uymaktan alınmaları Aziz Paul’u üzmekte ve şaşırtmaktadır. Ancak güveni hala zedelenmemiştir.
    Aziz Paul’u üzen bir diğer şey ise birbirlerini sevmeleri, yardımcı olmaları gerekirken birbirleriyle kavga etmeleridir. Benliklerinin değil ruhlarının yönetiminde olmalarının kendilerinin yararına olacağı da değindiği diğer bir husustur. İyilik yapmaktan asla vazgeçmemeler, bir insan kötülük yapsa bile onu cezalandırmak için yol getirmeye çalışmalarını, birbirlerine her konuda yardımcı olmalarını, herkesin başkalarının işiyle uğraşmaları yerine kendi işleriyle ilgilenmelerini gerektiğini söylemiştir.

AZİZ PAUL’UN ROTASI’NDA TÜRKİYE KIYILARI
    Aziz Paul yolculuklarının önemli bir kısmını da deniz yolu ile yapmış ve Türkiye’nin batı ve güney kıyılarının büyük bir bölümünü dolaşmıştır. İlk yolculuğuna deniz yoluyla başladığı gibi Roma’ya giden son yolculuğunda da deniz yolunu kullanmış her yolculuğunda Anadolu’nun limanlarına birden çok kez uğramıştır. Günümüzde de yüzlerce yıllık tarihi ile günümüze gelmeyi başaran antik kentlere ev sahipliği yapan Türkiye’nin kıyı bölgelerinde Aziz Paul’un izlerini deniz yolu ile aramayı tercih ederseniz alternatif rotalardan size en cazip gelenlerinden birini tercih etmeniz mümkün.

AZİZ PAUL’UN DENİZ YOLU İLE YAPTIĞI SEYAHATLERDE UĞRADIĞI KENTLER

- Selefkiye - Samandağ (Antakya),
- Perge (Antalya),
- Antalya
- Tarsus (Mersin),
- Troas (Çanakkale),
- Efes (İzmir)
- Behramkale (Assos)
- Milet
- Patara (Antalya-Kaş)
- Demre
- Knidos (Muğla-Datça)
St. Paul Yolu
    500 km. toplam uzunluğu ile Likya Yolu’ndan sonra, Türkiye’nin işaretlenmiş en uzun mesafeli ikinci uluslararası doğa yürüyüşü özelliğine sahip olan St. Paul (Aziz Pavlos) Yolu, Antalya ve Isparta sınırları içerisinde gerçekleştirilmektedir.
    Antalya Aksu Perge’den veya Aspendos’tan iki farklı çıkışı olan St. Paul Yolu, Antalya sınırları içinde 100 km. yüründükten sonra, Isparta sınırlarında Sütçüler Sağrak Köyü Adada Antik Kentinde birleşerek, Yalvaç İlçesinde sona ermektedir. Yürüyüşe başlamadan önce yürüyüş rotalarını gösteren St. Paul Yolu adlı kitabı ve içinde bulunan haritayı, ayrıca sırt çantanızı yanınıza almayı unutmayın. Yürüyüş rotası, harita üzerine işaretlendiği gibi, arazide de yürüyüş güzergahları ve yönleri tabelalar ve kırmızı-beyaz renkli boyalarla işaretlenmiştir. Güven içerisinde gerçekleştirilebilen yolun tamamına ait yürüyüş programı, 14 gün sürmektedir. İsteyenler bu programı 7-8 güne indirerek, yürüyüşü Eğirdir’de de bitirebilmekteler. 14 gün süren yürüyüş programı boyunca, yürüyüş rotası üzerinde bulunan doğanın muhteşem güzellikleri ile bütünleşmekle birlikte, engin dağların büyüleyici güzelliklerini fotoğraflamanız ve çam kokusuyla buğulanmış havayı ciğerlerinize teneffüs etmeniz size, unutulmaz bir serüven yaşatacaktır. Küçük ve şirin köylerden geçerken yöre halkın sizinle paylaşacağı bir çok şeyi bulacaksınız. Yol boyunca kimi zaman pansiyon haline getirilmiş evlerde kimi zaman otel veya apart konaklama tesislerinde kalarak, günün yorgunluğunu, taze balık ve et yemeklerinin nefis kokusuyla, bazen yudumladığınız sıcacık çayın lezzetiyle giderirsiniz. Özellikle Sütçüler ve Eğirdir bölgesinde yapacağınız doğa yürüyüşlerinde daha önce hiç görmediğiniz çiçekler, ağaçlar, kuş ve böcekler size kokularıyla ve sesleriyle yön gösterirler.

St. Paul yolu güzergahı için aşağıdaki linki inceleyebilirsiniz...

http://www.gang-gang.net/nomad/turkey/turkey02.html

Mavi Yeşil Karadeniz Turu